1997 Uluslararası Suyollarının Ulaşım–Dışı Kullanımına İlişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi

Uluslararası su hukuku konusunda kapsamlı ve tüm tarafları bağlayıcı bir sözleşme çalışmalarının sonucunda 1997 tarihli Uluslararası Suyollarının Ulaşım–dışı Kullanımına İlişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi ortaya çıkmıştır. Sözleşmeye yönelik çalışmalar ise 1970’li yıllara kadar dayanmaktadır. Sözleşme içinde yer alan maddelerin ruhu ise Uluslararası Hukuk Derneği’nin (International Law Association) 1956 yılında yayınladığı Dobrovnik kararları ile benzerlik göstermektedir. Bu kararlarda esas olarak makul ve hakça kullanım ilkesi önemli bir yer tutmaktadır. Dobrovnik’te alınan kararlar ise daha sonra derneğin daha sonraki 1958 yılında New York toplantısında, 1964 yılında Tokyo toplantısında ve 1966 tarihli Helsinki toplantısında da tekrar etmiştir. Daha sonra birçok ülke de bu kararlara atıfta bulunmuş ya da doğrudan kabul ettiklerini bildirmişlerdir.
 
Sözleşmenin 36. maddesi gereğince Sözleşme otuz beşinci tarafın kabul ya da onay belgesinin depozitere ulaşmasından sonraki doksanıncı günde yürürlüğe girecektir. Sözleşmeyi şu an itibariyle onaylayan veya kabul eden devlet sayısı yirmi sekiz’dir. Ancak Rio +20 olarak adlandırılan ve bu yıl Haziran ayında Brezilya Rio’da düzenlenen Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı’nda 1997 tarihli sözleşmenin onaylanması çağrısında bulunulmuştur. Bu çağrının ana nedeni ise, sınıraşan suların yönetiminde kıyıdaş devletler arasında söz konusu sulardan faydalanma konusundaki anlaşmazlıkların ortadan kalkacağına ilişkin inançtır.
 
Sözleşmenin temel maddeleri şu şekilde sıralanabilir:
 
Sözleşmenin 5. maddesi hakça ve makul kullanım ve katılım başlığı taşımakta ve taraf devletlerin ülkesi içinde yer alan uluslararası suyollarından makul ve hakça bir şekilde faydalanması gerektiğini ve aynı zamanda bu faydalanmanın optimal ve sürdürülebilir bir bakışla ele alınması gerektiğini vurgulamaktadır.
 
Sözleşme’nin 6. maddesi makul ve hakça kullanımı etkileyen unsurlara ayrılmıştır. Bu unsurların her birinin eşit değerde olduğu da ayrıca belirtilmiş. 7. maddede önemli zarar vermeme yükümlülüğü düzenlenmiş ve devletlerin uluslararası bir suyolundan faydalanması sırasında diğer suyolu devletlerine önemli zarar vermemek amacıyla tüm önlemleri almak zorunda olduğu vurgulanmıştır. Sözleşmenin 8. maddesinde suyolu devletlerinin egemen eşitliği, toprak bütünlüğü, karşılıklı fayda ve iyi niyetle işbirliği içinde olmaları gerektiğini düzenlemektedir.
 
Sözleşme planlanan önlemler başlığı taşıyan 3. bölümde uluslararası suyoluna ilişkin faydalanmalara yönelik oldukça ayrıntılı bir bildirim süreci öngörmektedir. Uluslararası suyolu üzerinde bir geliştirme faaliyetinde bulunmayı planlayan bir devlet, diğer suyolu devletlerine zamanında bildirimde bulunmak zorundadır. Bu bildirim gerekli teknik veri ve çevresel etki değerlendirmesini de içermelidir. Sözleşmeye göre bildirimi alan devlet devletin cevap vermesi için özel durumlarda ek bir 6 ay olmak üzere, 6 ayı bulunmaktadır. Bu sırada ise bildirimi yapan devlet herhangi bir faaliyette bulunamamaktadır. Bu düzenlemeler ise faydalanma eylemine, diğer kıyıdaşlara bir çeşit veto hakkının verilmiş olması, devletin egemenliğine halel getirdiği için ciddi bir şekilde eleştirilmektedir.
 
Oldukça ayrıntılı ve uzun olan Sözleşme’nin 33. maddesi ise anlaşmazlık durumlarındaki süreci düzenlemektedir. Anlaşmazlıkların ya Uluslararası Adalet Divanı ya da hakemlik yoluyla çözüme kavuşacağı hükme bağlanmıştır. Sözleşmenin toplam 37 maddesi ve hakemliği düzenleyen ekinde de toplam 14 madde bulunmaktadır.
 
Sözleşmenin müzakereleri sırasında Türkiye’nin birtakım müdahaleleri olmuştur. Bunlardan ilki “Makul ve Hakça Kullanıma İlişkin Faktörler” başlığı taşıyan 6. maddeye yönelik olmuştur. Türkiye bu maddenin “a” bendine toprak kalitesi anlamına gelen “pedoloji” teriminin eklenmesini istemiş ancak kabul edilmemiştir. Yine aynı maddenin aynı bendine 1966 Helsinki kararlarında yer alan “her havza devletinin suyoluna yaptığı su katkısı” ifadesinin eklenmesi talebi de aynı şekilde reddedilmiştir. Türkiye’nin “Önemli zarar vermeme” başlığı taşıyan 7. maddede ilişkin de birtakım itirazları olmuştur. Türkiye, kıyıdaş ülkelerin, suyu hakça ve makul olarak kullandıkları takdirde zaten diğer kıyıdaş devletlere zarar vermeme ilkesinin de yerine geleceği görüşünü önererek bu maddeye itiraz etmiştir. Önemli zarar vermeme ile ilgili bir ölçüt olmadığından, aşağı kıyıdaş ülkenin itirazları doğrultusunda yukarı kıyıdaş devletin çeşitli amaçlar için yapmayı planladığı projeler engellenebilecek ve dolayısıyla ekonomik durum olumsuz etkilenecektir.
 
Türkiye’nin sözleşmeye ilişkin belki en ciddi karşı çıkışı Planlanan Önlemler Başlığı taşıyan Sözleşmenin Üçüncü Bölümü’dür. Bu bölümde düzenlenen genel yaklaşım ise bir yukarı kıyıdaş devletin aşağı kıyıdaş ülkenin onayını almadan herhangi bir su kaynakları geliştirme faaliyetine girişememesi durumudur. Sözleşmenin 11. maddesinden başlayan bu bölüm 19. maddeye kadar devam etmekte ve onay sürecini ayrıntılı bir şekilde düzenlemektedir. Türkiye, bir yukarı kıyıdaş ülkesinin sözleşmenin hükümlerine bağlı olarak, nehir suları üzerinde geliştireceği bir projede aşağı kıyıdaş devlete haber verme zorunluluğu ve buna bağlı olarak devletler arasında uzlaşma için de uzun bir süre gerektiği fikirlerini göz önünde tutarak itiraz etmiştir.
 
Türkiye’nin sözleşmeye itiraz ettiği temel noktalar bunlardır. Bu noktaların önemi ise halen devam etmektedir. Türkiye sınıraşan sulara ilişkin politikasında tutarlı ve komşularının da çıkarlarını gözeten bir yaklaşım içerisindedir. Ancak kendi ülkesinde gerçekleştireceği su kaynaklarını geliştirme faaliyetleri için diğer ülkelerin onayını alma durumunda kalmamak için sözleşmeye taraf olmamaktadır. Sözleşmenin yakın bir gelecekte yürürlüğe girme ihtimaline karşın bu sözleşmenin, taraf olmaması dolayısıyla Türkiye’yi bağlamayacağı açıktır.