Güvenlik Konseyi'nin Libya'ya Askeri Müdahale Kararı

Prof. Dr. Mehmet Emin Çağıran, Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
Libya meselesi yeni boyutlar kazanarak tahmin etmesi oldukça zor bir yöne doğru hızla gidiyor. Halkın başkaldırısının Tunus ve Mısır örneklerinde olduğu gibi kısa sürede ve de kolayca bir yönetim değişikliğine yol açması beklenirken Kaddafi’nin kolay pes etmeyeceğinin anlaşılması, olayların başlangıcındaki şaşkınlığını üzerinden atarak karşı atağa geçmesiyle ülke bir iç savaşa doğru sürüklenmeye başladı. Diğer Arap ülkelerindeki olaylar karşısında “bekleyelim-görelim” anlayışıyla neredeyse sessiz kalan uluslararası kamuoyu Libya’da tam tersine aktif bir tutum takınarak ayaklananların yanında yer almayı tercih etti. Tabii bunda Libya yönetiminin temel haklar ve insancıl hukuk kurallarını hiçe sayarak protestocu halka karşı gösterdiği silahlı mukabelenin, Libya’dan gelen katliam haberlerinin büyük rolü olduğunu belirtmek gerekir. Libya yönetimine tepkiler sadece devletlerin münferiden olayları kınaması ve Kaddafi’ye çekilmesi yönünde çağrılarda bulunmasından ibaret kalmadı. Libya olaylarını tam manasıyla uluslararası bir mesele haline getiren ve diğer olaylardan farklı bir mecraya sokan asıl gelişme Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyinin duruma el koyması oldu. Olayların hemen başında bir başkanlık bildirisiyle konuyu ele alan Güvenlik Konseyinin aynı hafta içinde bu kez zorlayıcı tedbirler de ihtiva eden bağlayıcı bir karar alması Libya meselesinin mahiyetini tamamen değiştirdi. 26 Şubat 2011 tarihli 1970 (2011) sayılı söz konusu karar deyim yerindeyse Libya yönetimine karşı açılan ikinci bir cephe oldu. Bu kararla birlikte Kaddafi iktidarını korumak için ülkedeki isyancı gruplara ilave olarak uluslararası toplumun barış ve güvenlikten sorumlu en yetkili otoritesi olan Güvenlik Konseyine karşı da mücadele etmek zorunda kaldı. Konseyin daha önce müdahale ettiği ülkelerin yönetimlerinin akıbeti düşünüldüğünde bu mücadelenin oldukça zor olacağı anlaşılmaktadır. Kaddafi yönetimi 1990’lı yıllarda Lockerbie olayı sonrası benzer bir “kıskaçtan” güç bela kurtulmuştu; ancak, bu kez uluslararası şartlar ve diğer bütün emareler yolun sonuna hızla yaklaştığına işaret etmektedir. Zira Güvenlik Konseyi geçmişte Bosna’da uygulanan soykırım da dâhil olmak üzere hiçbir uluslararası bunalımda bu kadar hızlı ve kararlı harekete geçmemişti.

Güvenlik Konseyinin Kaddafi yönetimine karşı 1970 (2011) sayılı kararla başlattığı baskı ve zorlama süreci Ortadoğu Analiz’in geçtiğimiz sayısında incelenmişti. Bu makalede aynı süreci yeni birtakım zorlayıcı tedbirlerle devam ettiren, bilhassa Libya’ya karşı silahlı kuvvet kullanılmasının önünü açan Güvenlik Konseyinin 17 Mart 2011 tarih ve 1973 (2011) sayılı kararını ele alacağız.

Kararın Gerekçeleri

Güvenlik Konseyinin 1970 (2011) sayılı kararı şu cümlelerde bitiyordu: “Konsey, Libyalı yetkililerin tutumunu sürekli izleyecek ve bu kararın hükümlerine uyup uymadıklarından hareketle uygulamaya konulan zorlama tedbirlerini gözden geçirecektir; buna göre, tedbirlerin daha da sıkılaştırılması, değiştirilmesi, askıya alınması veya tamamen kaldırılması söz konusu olabilir”. Bu hükümde de belirtildiği üzere, Libya hükümetinin davranışı ve olayların gidişatı Konseyin daha sonra atacağı adımların belirleyicisi olarak gösterilmiştir. Diğer deyişle, Libya hükümetinin tavrı gelecek kararların başlıca gerekçesini oluşturmaktadır.

Bundan dolayı, Güvenlik Konseyi 1973 (2011) sayılı kararın Giriş kısmında olayların başlangıcından itibaren yaşanan bir dizi gelişmeye dikkat çekmektedir. Konsey bu gelişmelerin Libya’daki durumun giderek kötüleştirdiğini tespit ederken ve ortaya çıkan ihlalleri kınarken, aldığı yeni tedbirlerin başlıca gerekçelerini de belirtmiş olmaktadır. Söz konusu gerekçeleri satır başları itibariyle sunacak olursak, Konsey Libyalı yetkililerin yaklaşık üç hafta önce alınan 1970 (2011) sayılı karara uymadığını; ülkede durumun daha da kötüleştiğini, şiddetin tırmandığını ve sivil kayıpların arttığını; Kaddafi yönetiminin paralı askerler de kullanarak keyfi tutuklamalar, kayıplar, işkence, toplu ölüm cezaları gibi uygulamalarla insan haklarını ağır ve sistemli bir şekilde ihlal etmekte olduğunu; ve aynı zamanda medya mensuplarına karşı da şiddet ve yıldırma eylemlerinde bulunduğunu belirterek, ülkede sivil halka yönelik yaygın ve sistemli saldırıların insanlığa karşı suç olarak nitelendirilebileceğini hatırlatmaktadır. Konsey bu durum karşısında sivillerin korunması, sivil halkın yoğun olarak bulunduğu tehlike altındaki bölgelerin güvenlik altına alınması ve ülkeye insani yardımın yapılabilmesi için gerekli şartları sağlamak için kararlı olduğunu açıklamaktadır. Benzer tespitler ve harekete geçme zorunluluğu Arap Birliği, Afrika Birliği ve İslam Konferansı Örgütü gibi bölgesel örgütler tarafından da son birkaç hafta içerisinde yapılan açıklamalarda dile getirilmiştir. Konsey bunları hatırlattıktan sonra özellikle Arap Birliği Örgütünün 12 Mart günü aldığı karara atıfta bulunmaktadır. Bu kararda Arap Birliği Güvenlik Konseyinden iki tür tedbir almasını talep etmektedir: Libya savaş uçaklarına uçuşa yasak bölge uygulamasının başlatılması; Libya halkı ve ülkede bulunan yabancı devletlerin vatandaşlarının korunması amacıyla güvenli bölgeler ihdas edilmesi.

Güvenlik Konseyi Libya’da giderek kötüleşen durumun insani yönlerinin ötesinde uluslararası barış ve güvenlik için bir tehdit oluşturmaya devam ettiğini belirterek kararının hukuki temellerini açıklamaktadır. Barışın tehdidi nitelemesi BM Antlaşmasının VII. Bölümünün ilk maddesi olan 39. maddede yer almakta ve Konseyin gerektiği takdirde iktisadi, diplomatik baskı tedbirleri alma veya silahlı kuvvet kullanılmasına karar verme yetkisinin gerekçesini oluşturmaktadır.

Yeni Talepler ve İlave Tedbirler

Öngördüğü yükümlülükler bakımından Güvenlik Konseyinin 1973 (2011) sayılı kararının esas olarak önceki karardaki yükümlülükleri teyit etmekte olduğunu söyleyebiliriz. Bu kararda Libya’ya ilave olarak getirilen başlıca yükümlülük derhal bir ateşkes ilan edilmesi ve sivil halka karşı her türlü şiddet ve saldırıya tamamen son vermektir.

1973 (2011) sayılı kararın öngördüğü tedbirlere gelince, Güvenlik Konseyinin zorlama araçlarını çeşitlendirdiği ve baskının şiddetini arttırdığı görülmektedir. Tedbirleri iki kategoride değerlendirmek mümkündür. İlk olarak, önceki kararda başlatılan ve esasta Libya hükümetini sıkıştırmak ve Konsey kararlarına uygun davranmaya zorlamak amacıyla alınan tedbirler daha da ağırlaştırılarak devam ettirilmektedir. Bu cümleden olarak, uygulanan silah ambargosunun kapsamının genişletilmesi, Kaddafi ve yakınlarının mal varlıklarının dondurulmasıyla ilgili alınacak yeni tedbirler, Libya dışında seyahat yasağı getirilen kişiler listesine ilaveler, tedbirlerin düzenli uygulanmasıyla görevli olarak önceki kararda kurulan Müeyyideler Komitesine yardımcı olacak sekiz üyeli bir Uzmanlar Grubunun kurulması gibi tedbirleri sayabiliriz.

İkinci olarak, yukarıda anılan durumun vahametiyle ilgili tespitlerden de hareketle, doğrudan sivil halkın korunmasına yönelik tedbirler bulunmaktadır. 1973 (2011) sayılı kararın asıl yeniliği ve önemi bu ikinci kategori tedbirlerin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu tedbirler silahlı müdahaleye izin verilmesi ve Libya üzerinde ülkenin hava sahasının tamamını içine alacak uçuş yasağı getirilmesidir. Her iki tedbirin de ilan edilen amacı Libya’daki sivillerin korunmasıdır. Uçuş yasağı Libya yönetiminin ayaklananlara karşı havadan yapacağı müdahaleleri önlemek ve içerideki çatışmaların şiddetinin azalması bakımından elbette ki önemli bir tedbirdir. Ancak, Libya meselesinin gidişatını asıl belirleyecek olan dışarıdan silahlı müdahaleye izin verilmesidir. Bu sebeple, 1973 (2011) sayılı kararın belkemiğini oluşturan bu tedbirler üzerinde duracağız.

Askeri Müdahale Kararı

Kararın en önemli unsuru ve tartışmaların odağındaki hükmü “Sivillerin Korunması” başlıklı bölümünde Libya’ya askeri müdahale müsaadesi veren tedbirlerdir. Kararın 4. maddesinde yer alan bu hükme göre, BM üyesi devletler münferiden veya bölgesel örgüt veya düzenlemeler çerçevesinde birlikte hareket ederek Bingazi dâhil olmak üzere Libya’da saldırı tehdidi altındaki siviller ve bunların bulundukları bölgeleri korumak amacıyla gerekli bütün tedbirlere başvurma konusunda yetkilendirilmektedir. “Gerekli bütün tedbirler” ifadesi Konseyin uygulamalarında silahlı kuvvet kullanılması anlamına gelmektedir. Böylece Konsey henüz ikinci ayında olan Libya olaylarında önce silahlı kuvvet kullanılmasını ihtiva etmeyen zorlama tedbirleriyle durumu kontrol altına almaya çalışmış, kısa süre sonra da Libya’ya karşı kuvvet kullanılmasının önünü açmıştır. Konseyin hızlı bir şekilde bir aşamadan diğerine geçmesi uygulamada sık rastlanmayan bir durum olmakla birlikte, verdiği kararların BM Antlaşmasının barış ve güvenliği korumak için kendisine tanıdığı yetkilere uygun olduğu söylenebilir.

Ancak, karar şeklen hukuka uygun olmakla beraber, siyaseten silahlı müdahalenin gerekliliği, zamanlaması ve üye devletlere bu konuda verilen iznin sınırları tartışmaya açıktır. “Silahlı müdahale gerekli mi?” sorusuna farklı cevaplar verilebilir. Genel kanaat Libya’daki şartların silahlı müdahaleyi gerekli hale getirdiğidir; durumun aciliyeti, Kaddafi yönetiminin geri adım atmaması görüşme, ikna, uzlaşma gibi barışçı seçeneklerin başarılı olamayacağını göstermiş, biran önce harekete geçmesi gereken Güvenlik Konseyine başka alternatif bırakmamıştır. Dolayısıyla zamanlama açısından da Konseyin acele ettiğini söylemek zordur. Konseyi bu hususta tenkit edenler geçmişte daha vahim durumlarda oldukça ağır davranmasını (mesela Bosna’da) veya hiçbir şey yapmamasını (mesela İsrail’in Gazze ablukası esnasında) hatırlatmaktadır. Konseye yöneltilen çifte standart tenkitleri genel olarak haklıdır; ancak, Libya halkı için en etkili olabilecek tedbirlerin bir an önce uygulanmaya konulmaması geçmişin hatalı ve taraflı uygulamalarının bir devamı gibi olacaktır.

Askeri müdahalenin gerekliliği uluslararası hukuk açısından tenkit eden görüşler de bulunmaktadır. Bu görüşler Libya’nın egemen (bağımsız) bir devlet olduğunu, halkın bir kısmının yönetime karşı çıkmasının, hatta bu sebepten dolayı ülkede iç karışıklıklar ve silahlı direnişlerin başlamasının esasta bir iç mesele olduğunu, dışarıdan herhangi bir devletin, devletler grubunun veya uluslararası örgütün egemen bir devletin iç işlerine müdahale etme hakkı bulunmadığını, aksi takdirde iç karışıklıklar yaşanan bütün ülkelere müdahale hakkı gibi uluslararası düzeni temelinden sarsacak uygulamaların önünün açılacağını ileri sürmektedir. Kısaca özetlediğimiz bu yaklaşım ilke olarak doğrudur; nitekim BM Antlaşması da ilkeler bölümünde “işbu antlaşmanın hiçbir hükmü özü bakımından bir devletin ulusal yetkisi içinde bulunan işlere Birleşmiş Milletlerin karışmasına izin vermediği gibi, üyeleri de bu türden işleri işbu antlaşma uyarınca bir çözüme bağlamaya zorlayamaz” demektedir (madde 2, paragraf 7). Ancak, bu ilkenin önemli bir istisnası bulunmaktadır. O da BM Antlaşmasının anılan paragrafında şöyle ifade edilmektedir: “bu ilke (devletlerin ulusal yetki alanına giren işlere müdahale edilemeyeceği ilkesi) VII. Bölümde öngörülmüş olan zorlama tedbirlerinin uygulanmasını hiçbir şekilde zedelemez”. Görüldüğü üzere, Güvenlik Konseyinin zorlama tedbirleri uygulamasına ulusal yetki alanı gerekçesiyle karşı çıkılamayacağını BM üyesi devletler baştan kabul etmiş durumdadır. Buna ilave olarak, günümüzde bir devletin kendi halkına karşı insan haklarını ve insancıl hukukun temel kurallarını ağır bir şekilde ihlal etmesi ulusal sınırları aşan uluslararası bir mesele olarak değerlendirilmektedir.

Bize göre, 1973 (2011) sayılı kararın 4. maddesiyle ilgili asıl tartışılması gereken silahlı müdahaleye izin vermenin meşruiyetinden ziyade verilen iznin sınırlarıdır. Konsey genel bir ifadeyle, tek başına veya birlikte hareket edecek devletleri gerekli bütün tedbirleri almakla yetkilendirmektedir. Bu hususta söz konusu 4. maddede iki kayıt bulunmaktadır. Birincisi, silahlı müdahalede bulunacak devletlerin BM Genel Sekreteriyle işbirliği halinde hareket etmesidir. Maddenin son cümlesinden anlaşıldığı kadarıyla, işbirliğinden kastedilen şey askeri tedbirlere başvuran devletlerin veya bölgesel örgütlerin Genel Sekreter kanalıyla Güvenlik Konseyine bilgi vermesidir. Bu bilgilerin nelerden ibaret olacağı, ne zaman verileceği, Konseyde değerlendirmeye alınıp alınmayacağı, bunun usulü, değerlendirme olursa ne gibi sonuçları olacağı hususları belirsizdir. Bu tür operasyonlarda devletler genellikle BM’i sonradan haberdar etmekle yetinmektedir. Dolayısıyla bilgilendirme kaydı denetim anlamına gelmemektedir; zaten önceki benzer durumlarda herhangi bir şekilde denetim söz konusu olmamıştır.

İkinci kayıt bir nevi sınırlama olarak daha önemli görünmektedir: askeri müdahale izni işgali ihtiva etmemektedir. Karardaki ifadeyle, müdahale edecek devletlerin ülkenin herhangi bir yerini herhangi bir şekilde işgal etmelerine izin verilmemektedir. Güvenlik Konseyinde karar alınırken yapılan müzakerelerde de bu husus vurgulanmış ve birçok Konsey üyesi aynı ifadelerle Libya topraklarının bir inçinin bile işgal edilmemesi gerektiğini belirtmiştir. Buna göre, Konsey, devletleri Libya’ya karşı askeri müdahale bulunma konusunda yetkilendirmiş, fakat ülkenin her ne şekilde olursa olsun işgal edilmesini açık bir dille yasaklamıştır. Konseyin bu konudaki net tutumu (excluding a foreign occupation force of any form on any part of Libyan territory) işgal teriminin hukuki veya siyasi değişik anlamlarından yola çıkarak yapılacak yorumlarla işgal yasağını delme teşebbüslerinin önünü baştan kapatmaktadır.

İşgal seçeneği devre dışı bırakıldığına göre, Libya’ya karşı askeri müdahale esas olarak ülkedeki belirli hedeflerin havadan ve denizden bombalanması şeklinde olmak durumundadır. Birkaç gün önce başlayan askeri operasyonlar da bu yol izlenmektedir. Ancak, Irak’ta, eski Yugoslavya’da, Afganistan’da ve diğer pek çok durumda sadece hava bombardımanlarıyla sonuç alınmadığı ve askeri müdahalenin kapsamının genişletildiği bir vakıadır. Zira havadan bombalamanın hedefi olan yönetim veya grup ülke içerisindeki etkili konumları sayesinde bu tür müdahaleler için hazırlıklıdır ve kendilerini korumaya almışlardır. Nitekim Irak’ta, Sırbistan’da ve diğer örneklerde hava bombardımanlarının hedefi olduğu ilan edilen iktidar sahiplerine hiçbir şey olmamıştır. Bombardımandan esas zarar gören ise sivil halk ve ülkenin altyapısıdır. Geçmişte başarısız olduğu defalarca görülmüş bir yola Libya’da tekrar başvurmanın, üstelik işgal seçeneğini de dışarıda bırakarak bunu yegâne yöntem haline getirmenin rasyonel bir tercih olup olmadığı tartışmalıdır. Güvenlik Konseyinin, özellikle Konseyde askeri müdahale kararını ısrarla savunanların bunu bilmediği düşünülmeyeceğine göre, şöyle bir yorum akla gelmektedir. Libya’ya askeri müdahaleyi isteyenler bu aşamada dünyada söz sahibi büyük devletlerin önemli bir kısmını ikna edemedikleri için Güvenlik Konseyi marifetiyle diledikleri gibi davranabilecekleri bir hukuki kılıf elde edememişler ve 1973 (2011) sayılı kararın 4. maddesindeki sınırlı izinle yetinmek zorunda kalmışlardır. Fakat bu arızi bir durumdur; Güvenlik Konseyi içinde ve dışındaki muhalefete rağmen süreç başlatılmıştır. Müdahalecilerin Irak tecrübesinden hareketle şöyle bir düşünce içinde oldukları söylenebilir: hava saldırıları Libya’nın askeri kapasitesini büyük ölçüde tahrip edecektir; yönetime başkaldıranları rahatlatacak ve iç savaştaki dengeyi onlar lehine değiştirecektir; bu esnada Libya yönetiminin “iç ve dış düşmanlara” karşı her türlü yolla direnmeye çalışması ülkedeki durumu daha da kötüleştirecektir; bunun sonunda gelinen noktada hava bombardımanlarının yanında ülkenin karadan işgal edilmesi ve yönetimin devrilmesi bir zorunluluk haline gelecektir. Büyük devletlerin tutumu ve Güvenlik Konseyinin siyasi amaçlarla kullanılmaya müsait yapısı bu yorumdaki ihtimalleri/öngörüleri kuvvetlendirmektedir. Konsey kararında Libya’nın egemenlik, bağımsızlık, toprak bütünlüğü ve ulusal birliğinin zarar görmeyeceğinin taahhüt edilmiş olmasını askeri operasyonların bu taahhüt çerçevesinde yürütüleceğinin garantisi olarak görmek naif bir yaklaşım olur. Nitekim aynı taahhüt cümlelerinin geçmişte askeri operasyonlara izin veren Konsey kararlarında da yer aldığını unutmamak gerekir.

Askeri müdahale izniyle ilgili genel olarak bir değerlendirme yapacak olursak, Konseyin yetkileri ve uluslararası hukuk bağlamında değerlendirildiğinde alınan karar hukukidir. Ancak, hukuk dâhilinde formüle edilmiş görünen karar hükümleri yakın gelecekte hukukun kötüye kullanılmasına, hatta hukukun bir tarafa bırakılıp bütün gelişmelerin müdahaleci devletlerin takdirine göre belirlenmesine de oldukça müsait bir zemin oluşturmaktadır. Diğer yandan, Libya’daki acil durum göz önüne alındığında kanlı bir diktatörün insafını beklemektense dışarıdan askeri müdahale daha makul bir çözüm gibi durmaktadır. Kısaca, Libya halkı ve Libya halkının menfaatlerini düşünerek bir tavır belirlemeye çalışan diğer devletler olayların bu aşamasında “kırk katır veya kırk satır” ikilemiyle karşı karşıyadır: bir tarafta Kaddafi’nin “insafı” öbür tarafta Güvenlik Konseyi kisvesi altında hareket eden büyük güçlerin “adaleti”.

Sonuç

1973 (2011) sayılı karar Libya’ya dışarıdan silahlı müdahaleye izin vermek gibi bir hükmü ihtiva etmesinin yanında uluslararası siyasetin genel durumuyla ilgili olarak da bazı işaretler vermektedir. Kararın Güvenlik Konseyinde alınışı ve diğer devletlerden gelen tepkiler bu bakımdan önemlidir.

Güvenlik Konseyi kararı 15 üyenin 10 tanesinin olumlu oyuyla almıştır. 5 üye ise çekimser oy kullanmıştır. Çekimser kalan üye devletlerden ikisi Konseyin daimi üyesi olan Rusya ve Çin’dir. Diğer çekimserler Almanya, Hindistan ve Brezilya’dır. Çekimser kalan üyelerin tamamı Libya’da sivillerin korunması için acil tedbirler alınması lüzumunu teslim ederken, askeri müdahaleye durumu daha da kötüleştireceği ve sonunun belirsiz olması gibi gerekçelerle karşı çıkmıştır. Bununla birlikte, bu devletlerden hiçbirisi olumsuz oy kullanmamıştır; oysa Rusya ve Çin veto hakkına sahip üyeler olarak kararın geçmesini engelleyecek yetkiye sahip bulunmaktadır. Konseydeki bu oy dağılımını kısaca şöyle okumak mümkündür:

Rusya ve Çin’in askeri müdahaleye karşı olduklarını beyan etmelerine rağmen veto haklarını kullanmamaları ABD’nin başı çektiği ve İngiltere ile Fransa’nın içinde yer aldığı bloğun 1990’da başlayan uluslararası siyasetteki belirleyici üstünlüğünün halen devam ettiğini göstermektedir. Bununla birlikte, güç dengesindeki bu avantajlı konumlarına rağmen ABD liderliğindeki “uluslararası koalisyonun” Güvenlik Konseyini “kullanmak” zorunda olması 2003 Irak savaşından beri bazı değişikliklerin olduğuna da işaret etmektedir. Hatırlanacağı üzere, ABD Irak’a savaş açmadan önce dönemin başkanı Bush Güvenlik Konseyi kararı olsa da olmasa da savaşın başlatılacağını söylemişti ve söylediklerini de gerçekleştirmişti.

Güvenlik Konseyinin geçici üyeleri arasında Almanya’nın çekimser kalması Batı Bloku açısından ilginç bir durum ortaya çıkarmıştır. Soğuk Savaş sonrası operasyonlarda finansör rolü biçilen Almanya genellikle siyasi meselelerde ABD ve Avrupa Birliği üyesi müttefikleriyle ters düşmemeye çalışan bir tutum izlerken, giderek inisiyatif kullanan, başta Rusya olmak üzere doğuyla daha yoğun ilişkiler kuran ve nispeten bağımsız bir dış siyaset geliştiren bir konuma geldi. Libya’ya müdahaleye ABD, İngiltere ve Fransa’ya rağmen evet dememesi ve silahlı müdahaleye karşı olduğunu beyan etmesi iktisadi bir güç olan Almanya’nın siyasi planda da dünya ölçeğinde rekabete hazır olduğunun sinyallerini vermektedir. Ayrıca, Almanya’nın tutumu Avrupa Birliğinin ortak dış siyaset oluşturması ve uygulamasının zannedildiğinden zor bir iş olduğunu da göstermektedir.

Diğer çekimser devletlerin Hindistan ve Brezilya olması, bu devletlerin uluslararası siyaset ve iktisattaki artan ağırlıkları ve yeni devler olarak görülmeleri dikkate alınınca, önümüzdeki dönemlerde uluslararası sistemin önemli değişikliklere gebe olduğunu söyleyebiliriz.