Irak’taki YTS’lerin “Çocukları” Bağlamında Türkiye’nin Örnek Girişimleri

IŞİD’in Suriye ve Irak sahasında askeri kayıplarını takiben gündemi meşgul eden en önemli meselelerden biri “dönenler” kavramı olmuştur. Örgüte katılım ve/ya destek faaliyetleri için ikamet ettikleri ülkeleri terk eden ve Yabancı Terörist Savaşçı (YTS) olarak nitelenen kişilerin ülkelerine ve/ya bir üçüncü ülkeye dönüşü IŞİD’in askeri anlamdaki düşüşüyle uluslararası güvenlik gündeminin en önemli başlıklarından biri haline gelmiştir. Bu kişilerin döndükleri yerde nasıl ve hangi delillerle yargılanabileceğinden ne vasıflara sahip hapishanelerde tutulmaları gerektiği ve akabinde topluma yeniden entegre olmalarının nasıl sağlanabileceğine dair bir literatür şekillenmektedir. Bu konu ilerideki bir yazıda ele alınmak üzere konuyla bağlantılı olan bir diğer önemli başlık, bu kişilerin aileleri konusunda izlenecek yollar ve Türkiye’nin bu 500 çocuğa ilişkin bağlamda örnek teşkil edebilecek olan girişimlerine değinilecektir.

Öncelikle “dönenler” meselesine dair tartışmaların yoğunlaştığı iki ihtimal olduğu görülmektedir. Bu ihtimallerden ilki bu kişilerin orijin ülkelerine dönerek hukuki süreç sonunda hakkettiklerine kanaat getirilen cezaya çarptırılmasıdır. Burada ise önümüze bazı temel sorunlar çıkmaktadır. İlk olarak Irak ve Suriye’deki YTS’lerin nasıl geri alınacağı farklılık arz eden zorlu bir meseledir. Zira Irak’taki hapishanelerden devlet makamları üzerinden doğrudan devletlerarası ilişkinin teamüllerince talepte bulunmak mümkünken Suriye’de rejimle ilişkiler ve bunun da ötesinde muhatap konusundaki sıkıntılar baş göstermektedir. YPG yapısının SDG’ye dönüştürülmesinden sonra sıkça SDG hapishanelerinden ve buradaki tutuklu IŞİD’lilerden bahsedilmesine ve ülkelerin bunları geri alması çağrılarına ve kimi geri alma vak’alarının da yaşanmasına karşın uluslararası hukuk açısından SDG’nin ne bu kişileri tutma, ne isteyen ülkelere teslim etme, ne de en başta hukuken tanınmış bir uluslararası aktör olarak bir meşruiyeti yoktur. Dolayısıyla SDG hapishanelerine yöneltilen her talep ve/ya SDG ile bir diğer ülkenin kendi vatandaşı için görüşmesi bu terör yapısına da meşruiyet kazandırma çabası olarak değerlendirilebilecektir. Bu sorunun ötesinde ise uluslararası standartlara uygun ve mahkemede kullanılabilir güvenilirlikte delil toplama meselesi gelmektedir. Dönen YTS’lerin evvelce bulundukları yerlerde işledikleri suçlara dair detaylı, kabul edilebilir ve ulusal ve uluslararası standartlara uygun kalitede delilin nasıl toplanacağı meselesi Irak ve Suriye’de sahada delil toplamaya kendi yasaları çerçevesinde pek çok ülkenin kolluk güçlerinin yetkili olmaması, askeri birliklerin bu konuda hızla yetiştirilmesi gerekliliği gibi nedenlerle sekteye uğramaktadır. Bu şartlarda da yeterli delil olmadan gerçekleştirilen yargılamalar sağlıklı bir cezalandırma sürecine imkan vermemektedir. Irak sahasında BM çerçevesinde hareket eden UNITAD ile bu konu belli oradan çözülmeye çalışılsa dahi Suriye’de böylesi bir yapı olmadığı gibi mevcut durumda kısa vadede inşası da oldukça uzak görünmektedir.

Bir diğer ihtimal olarak öne çıkan vatandaşlıktan çıkarma ise başka sıkıntıları beraberinde getirmektedir. Ülkelerin büyük oranda bu kişilerin ülkelerine dönerek yeni tehditler oluşturmaması için seçmeyi değerlendirdiği bu opsiyon ise tehdidin mevcut haliyle ve başka bir coğrafyada, belki de büyüyerek devam etmesi riskini doğurmaktadır. Orijin ülkenin kendi vatandaşını vatandaşlıktan çıkardığı ve ülkeye dönüşünü engellediği bu seçenekte kişinin suçlarından dolayı ne denli etkin yargılanabileceği soru işareti olarak kalmakta ve bulunduğu ya da geçtiği ülke/lerin hukuk sistemlerine bırakılmakta, bulunduğu ya da geçtiği ülkelerde hukuki süreçten kaçtığı takdirde oralarda yeni tehditler oluşturmasına imkan verilmekte, kaynak ülke kendi vatandaşının sorumluluğunu almaktan kaçınmakta ve tehdide karşı normatif tutumu bir kenara bırakır şekilde algılanmaktadır. Bu ikinci opsiyona dair ağırlığın hissedilmesiyle birlikte uluslararası örgütlerin hızla böylesi bir durumun etik bulunamayacağına ve her ülkenin kendi vatandaşının sorumluluğunu alması gerektiği, aksi takdirde çatışma bölgelerine de gereğin çok üstünde hukuki, bürokratik ve finansal yük bırakılacağı söylemiyle bu ihtimalin önüne geçmeye çalıştıkları gözlenmektedir.

Bu seçenekler ve bunlara dair risklere odaklı tafsilatlı bir çalışma ayrıca yapılabilecek olup bu çerçevede çokça göz ardı edilen bir mesele ise yeni oluşan iklimde giderek daha fazla konuşulmaya başlanacaktır ki bu da bu kişilerin çocuklarıdır. Çatışma sahasına giden YTS’ler içerisinde aile olarak bu bölgelere giden ve/veya gittikleri ülkelerde aile birliği kuran kişiler de bulunmaktadır. Bu ailelerde babanın hayatını kaybetmesi ya da yerel mahkemelerce idama çarptırılmasına ilaveten annenin de yargılandığı, çatışmada hayatını kaybettiği ya da idama mahkum edildiği durumlarda bu kişilerin çocukları bulundukları ülkedeki hapishanelerde ve ailelerinin örgüt bağlantısı dolayısıyla kendi ülkelerine gidebilmeye dair belirsizlikle baş başa kalmaktadır. Bu bağlamda elbette çocuk kavramı ve yaş aralığının tanımı üzerinde uzlaşı önem arz etmekle birlikte bu çocukların endoktrinasyondan geçip geçmediği, silahlı eğitime katılıp katılmadığı, eylemler içerisinde yer alıp almadığı gibi kriterlerin de hem bulundukları ülkeler hem de dönecekleri ülkeler tarafından değerlendirilmesi gerekmektedir. Tüm bu kriterler ışığındaki analizi takiben değerlendirilmesi gereken en önemli mesele ise suçun şahsiliği ve bu çocukların anne ve babalarının kriminal faaliyetlerinden dolayı ülkelerindeki akrabalarının yanına dönmesinin engellenmesinin oluşturduğu hukuki ve insani sorunlardır. Böylesi bir durum yalnızca bir insani dram oluşturmakla kalmayıp aynı zamanda hem bu çocukların hem de ülkelerindeki ailelerin ilgili otoritelerle sorunlu bir ilişki kurmasına zemin hazırlayabilecek, aidiyetsiz bırakılan bu çocukların hapishanede geçirdikleri/geçirecekleri yıllar neticesinde yeni ve sıkıntılı aidiyet arayışlarına girmelerine neden olabilecek ve sonraki neslin radikalleşmesine yeni kanallar açabilecektir.

Bu genel çerçeve içerisinde Türkiye özelinde son günlerde gündeme gelen Irak’taki 500 çocuğun ülkeye getirilmesi çabası dikkat çekmektedir. Anne ve babaları IŞİD saflarında ve/ya akabinde yargılama süreçlerinde hayatını kaybetmiş 500 kadar Türk çocuğun Irak’ta hapishanelerde bulunduğu bilgisi üzerine   Dışişleri Bakanlığı’nın öncülüğünde bu çocukların ülkeye getirilmesi için girişimlere başlanmıştır. Çocuklar hukuki süreç içerisinde devlet koruması altında tutulacak, bu süreçte ve sonrasında da velayetlerinin verileceği ailelere psikolojik danışmanlık verilecektir. Sürecin Ramazan Bayramı’nda sonlandırılarak çocukların ailelerine bayramda kavuşmasının amaçlandığı da ifade edilmiştir. Bu olayda Türkiye’nin ortaya koyduğu tutum dünyaya örnek teşkil edecek bir mahiyettedir. Bahsi geçen çaba, çocukların geçmiş travmalarını, mevcut durumdaki sıkıntılarını ve muhtemel gelecek radikalleşmelerine dair tehlikeleri onarıcı ve önleyici olduğu kadar insani dramların da önüne geçme noktasında oldukça önemli bir hamle olarak karşımıza çıkmaktadır. İngiltere’de vatandaşlıktan çıkarma seçeneğinin dile getirildiği, Fransa’da çocukların henüz ülkeye dönmesinin mümkün olmadığını ifade ettiği ve ABD’nin ülkelere kendi vatandaşlarını alma ve hukuki süreç işletme yönünde baskı yaptığı bu süreçte Türkiye konunun en önemli ayaklarından biri olmasına karşın henüz gündemde gerekli önemi bulamamış olan çocuklar konusunda öncü ve örnek teşkil edecek bir adımı atma çabası sarf etmekte, burada kurumlar arası işbirliği ve uluslararası arenada ikili ilişkilerin etkin kullanımı da öne çıkmaktadır.

Türkiye’nin gösterdiği çabanın teşkil edebileceği örneğin seslendirilmesi ve taklidi için uluslararası aktörlerin teşviki oldukça önemli gözükmektedir. Zira YTS’lerin örgütle bağlantılı suçlarda yer almamış olan eşleri ve çocukları için nasıl bir yol izleneceğine dair uluslararası toplumun hızla karar alma mekanizmalarını işletmesi sağlanamadığı takdirde önümüzde bu yapıların sonraki jenerasyonunu ortaya çıkaracak insan kitlesi örgütlere “altın tepsi” içerisinde sunulmaktadır. Buna ilaveten bulundukları ülkelerde muhtemel istikrarsızlaştırma etkileri dolayısıyla bölgede ve yerel aktörler bazında çatışma ve güven kırılmasını tekraren körükleyecek zemin oluşturulmaktadır. Böylesi bir resimde yeniden inşa ve onarma çabaları da anlamını yitirmiş olacak ve böylece el-Kaide, IŞİD vb. örneklerinde olduğu gibi darbe yemesine rağmen sonu getirilemeyen güvenlik tehditleri uluslararası gündemi meşgul etmeye devam edecektir. Konu herhangi bir ülkenin sınırlı sayıda vatandaşını geri alması ve yargılaması ve nihayetinde birkaç yüz ya da bin kişilik bir hukuki süreçten ibaret algılanmamalı, önümüzdeki on yıllarda küresel güvenlik açısından terör tehdidinde ne noktada olacağımızla da ilişkili değerlendirilmelidir. Aksi takdirde kısa vadeli güvenlik endişeleriyle bulundukları yerlerde kalmalarını hedefleyen seçimler ileriki dönemde bu seçimde bulunan ülkelere de yönelecek olan öfkenin de boyutunu artıracak, suçun şahsiliğine karşın terkedilmiş “çocuklar” içerisinde sonraki nesilde “babalarının ve annelerinin öfkesini” daha fazlasıyla üzerlerine almış nesiller ortaya çıkabilecektir. İşte bu anlamda Türkiye’nin 2014-2017 yılları narasında IŞİD’e katılan ebeveynlerin kimsesiz kalan ya da anneleri müebbet hapse veya idama çaptırılan Türk çocuklarının Dışişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı ve Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı gibi kurumların ortak çabasıyla ülkelerine ve geniş ailelerine dönmeleri, akabinde ise doğru danışmanlık hizmetleriyle hem ailelerin hem çocukların mevcut durumla mücadeleye ilaveten ileriye dönük eğitim, iş vb. imkanlarına kavuşmalarını sağlayıcı mekanizmalara sağlıklı biçimde entegre edilmeleri de büyük önem arz etmekte, etkin biçimde duyurulduğu takdirde küresel bir “best practice”/başarılı uygulama örneği olma potansiyeli barındırmaktadır.