İsrail-İran Mücadelesi: Nitelikli Üstünlüğün, Asimetri ve Nicelikle Dengelenmesi

Ortadoğu’nun bugün en sıcak cephelerinden biri olan İsrail-İran mücadelesinde Lübnan, Suriye, Irak ve Batı Şeria merkezli olarak gerilim, 2020 sonrasında kademeli bir artış göstermiş, 2022 itibarıyla ise hızla yükselişe geçmiştir. Çatışmanın öncüsü olan birtakım işaretler görülmekle birlikte 7 Ekim’de yaşanan gelişmelerin kalibresine bakılarak bölgenin siyasi tarihinde derin izler bırakacak böyle bir saldırının, çatışmaya dair bütün tasavvurları aştığını söylemek yanlış olmayacaktır. 7 Ekim saldırısı sonrasında ise beklendiği üzere İsrail ve İran destekli devlet dışı aktörler arasındaki düşük yoğunluklu çatışmanın şiddetinde büyük bir artış yaşanmıştır. İsrail, Gazze’deki çatışmalara paralel olarak Lübnan Hizbullahı ve Suriye’deki aktörlere şiddetli saldırılar düzenlemiş, bu saldırıların niteliği, şiddeti ve derinliği giderek artan bir eğilim göstermiştir. Dahası çatışmada anılan cephelere Husiler de katılmıştır. 1-19 Nisan arasında, İsrail ve İran arasındaki çatışmanın, tarafların doğrudan yüzleştiği bir düzleme oturması ile bölgede algılanan güvenlik denkleminin aktüel durumdan farklı olduğu ortaya çıkmış, İsrail’in caydırıcılığı konusunda süregelen tartışmalar şiddetli bir şekilde tekrar gün yüzüne çıkmıştır. Bu bağlamda bölgedeki İsrail-İran mücadelesinde caydırıcılık odağına değinilmesi ve gelinen noktanın detaylarına girilmesinde fayda görülmektedir.

İran’ın Vekil Stratejisi: Yayılmadan Derinleşmeye
Ortadoğu’yu etkisi altına alan halk hareketleri öncesinde özellikle vekil ağlarını genişletme konusunda daha aktif bir çizgi izleyen İran, 2010 sonrası dönemde ortaya çıkan bölgesel politik düzlemde ve kitlesel halk protestoları sonrasında ortaya çıkan şartlarda geniş bir hareket alanı bulmuştur. Rejimleri zorlayan bu protestolar sonucu ortaya çıkan boşlukta İran, nüfuzunu bölge sathında ulusal güvenliğini sağlamlaştıracak şekilde genişletmeye yönelik bir strateji izlemiş ve bunda önemli ölçüde muvaffak olmuştur. 2015’te imzalanan Müşterek Kapsamlı Eylem Planı (The Joint Comprehensive Plan of Action-JCPOA) ile bölgesel angajmanlarını artırmak adına manevra imkânı bulan Tahran, Lübnan’dan Irak’a, Suriye’den Yemen’e kadar geniş bir coğrafyada etkinliğini oldukça artırmıştır. Bu etkinlik ise öncelikle vekil güçlerin niceliğinin artması şeklinde yatay bir şekilde genişlemiş, son 10 yılda ise bu grupların niteliğinin artmasıyla beraber derinleşme göstermiştir. Bu derinleşmeyi Hizbullah başta olmak üzere geniş bir coğrafyada yerleşik grupların daha sofistike hâle gelen saldırı metodolojisi ve çeşitlenen envanterlerinden anlamak mümkündür. Ancak unutulmaması gereken en önemli husus İran’ın söz konusu stratejisinin savunmacı bir karaktere sahip olduğu, bütün bu çabaların ve hazırlıkların esasen, hasımlarının İran’a yönelik tehdidine karşı caydırıcılık inşası amacıyla icra edildiğidir. Sonuç olarak İran’ın gerginliği artırması, ulusal güvenliğini tehdit edecek daha büyük gerginliklerin önlenmesi adına kurguladığı “ileri savunma” stratejisinin bir parçasıdır. Bu durum İran’ın gerginliği artırırken her zaman belirli sınırlar içinde hareket etmesini gerektirmektedir.

Dolayısıyla İran, vekil savaşı ile bir yandan kendi ulusal güvenliğine yönelmesi olası tehdidi sınırları ötesinde karşılamayı, diğer yandan bunu çok boyutlu ve katmanlı savunma stratejisinin bir tabakası olarak sahada uygulamayı amaçlamaktadır. Son derece karmaşık ve detaylı bir içeriğe sahip olmakla birlikte bunun en önemli alt bileşenlerinden birisi, Hizbullah ile birlikte İsrail çevresindeki devlet dışı aktörler üzerinden tesis edilen asimetrik kabiliyettir. İran, o dönem mevcut devlet dışı yapıları Suriye iç savaşının neden olduğu koşullardan da istifade etmek suretiyle genişletmiş, son 14 yılda gerçekleşen demografik değişim ve kısmen de dizayn neticesinde bölgede alan bulan bu yapılarla elde ettiği nüfuzu artırmıştır. Anılan stratejinin bir diğer önemli bileşeni ise İran’ın bölgedeki hasımları, bunların müttefikleri ve ortaklarına ait kritik altyapıların hem Tahran’ın kendi kapasitesi hem de vekil güçlerine sağladığı uzaktan vuruş kapasitesi ile baskı altına alınmasıdır. Bu şekilde bölgeden çıkan ve bölgeden geçen küresel ticaret ve enerji arzının tehdit edilmesi ile İran’ın ulusal güvenliğinin hedef olacağı olası krizlerin küresel güvenliği ve ekonomiyi tehdit eder nitelik kazanması amaçlanmaktadır. Bu yaklaşım, İran’ın ulusal güvenliğini tehdit edecek olası bir krizin, küresel ekonomi ve güvenlik çerçevesi için ciddi sınamalara dönüştürülmesi şeklinde stratejik olarak tasarlanmıştır. Nitekim, 7 Ekim sonrasında Irak ve Suriye’de Amerika Birleşik Devletleri unsurlarına yapılan saldırılar, Körfez bölgesinden Kızıl Deniz’e kadar seyrüsefer serbestisinin akamete uğraması gibi gelişmelerin, İran’ın tesis etmeye çalıştığı caydırıcılığa dair bir propaganda ve olası bir krizde yaşanacakların ön gösterimi olarak yorumlanması mümkündür. İran’ın, 2010 sonrasında ideoloji, nicelik ve envanter olarak beslediği grupların, 7 Ekim saldırısında örneğini bulduğu üzere daha sofistike yöntem ve savaş metotları geliştirmesi ise vekil savaşının derinleştiğini ve söz konusu yapıların konsolide olduğunu göstermektedir.                                                                                   

Bu şekilde, Hizbullah’ın kapasite artışına paralel olarak bölgede giderek Tel Aviv aleyhinde değiştiği gözlenen güvenlik denklemi İsrail’in caydırıcılığını yıpratırken İran’ın bölgede hareket alanını genişletmiştir. Bu durum, 7 Ekim’de yaşanan zafiyetin de en önemli gerekçelerinden olmasının yanı sıra İran’ın rejimi ve ulusal güvenliğine yönelik herhangi bir hamlenin maliyetini, hasımları nezdinde bir hayli artırmıştır. İsrail’in, Suriye’de varlığını pekiştiren İran destekli gruplara ve Tahran-Beyrut lojistik hattını akamete uğratmak üzere gerçekleştirdiği, 7 yılı aşkın bir süredir devam eden stratejik ancak sınırlı ve hesaplanmış noktasal saldırıları, amaç-sonuç ilişkisi perspektifinden istenen çıktıyı sağlayamamıştır. Aksine bu çabalar, adeta İsrail hükûmeti ve ordusunun bölgedeki güvenlik çıkmazlarını “perdeleme veya makyajlama” işlevi görmüştür. Neticede 7 Ekim zafiyetinden sonraki süreçte, kuzeyde 2006 Savaşı’nı tetikleyen gelişmelerin çok daha üzerinde şiddete sahip saldırıların yanı sıra İran’ın bölgedeki vekillerine dahi başvurmadan düzenlediği saldırıları caydıramaması bu konuda önemli referanslar olarak değerlendirilmektedir. İsrail’in Natanz saldırısı ise sınırlılığı göz önünde bulundurulduğunda bu manzarayı doğrulamaktadır.

İsrail’in Güvenlik Açmazı
Son yıllarda özellikle devlet dışı aktörlerden oluşan hasımların artan kapasitesi, İsrail’in tehdit algısını şekillendiren bir unsur olmuştur. Bu bağlamda çok cepheli savaş olasılığı da giderek artan bir şekilde vurgulanan bir seçenek hatta zorunluluk olarak göze çarpmaktadır. İsrail Genel Kurmay Başkanı Herzi Halevi tarafından da bu minvalde açıklamalar yapılmakla birlikte bu dönemde de olası savaşta “halkın direncine” olan ihtiyacın vurgulanması dikkat çeken en önemli ayrıntılardan birisidir. Güvenlik çevrelerince İsrail halkının zafer algısının, İsrail sınırları içine düşen füze ve roketlerle ölçüldüğü yönündeki çekincelerin de dile getirildiği benzer açıklamaların yanı sıra 2006 Savaşı’ndan çıkarılan dersler üzerinden Hizbullah’la olası bir savaşın uzun süreceğine ilişkin ifadeler önemli görülmektedir. Zira o dönem itibarıyla bu istikamette artan açıklamalar ve sürdürülen iletişim stratejisi, bölgedeki gerilimin tırmanacağına yönelik işaretler olmuş ve buna yönelik ön hazırlık yapıldığı değerlendirmelerini makul kılmıştır.

Bölgedeki geriliminin oluşturduğu riskin boyutunun anlaşılması adına hâlihazırda Gazze’de süren çatışmaların, kuzey cephesinde çıkması muhtemel savaşın ancak küçük bir ön gösterimi niteliğinde olduğu ifade edilebilir. Zira 345 km2’lik yüz ölçümü ile derinliğinin bulunmaması ve Gazzeli grupların nicelik, askerî kapasite ve lojistik açıdan Hizbullah’tan çok daha geride olması nedeniyle kuzeydeki olası meydan okumanın İsrail açısından çok daha derin olacağını ön görmek mümkündür. 2015’te yayımlanan askerî strateji belgesine göre İsrail’in hasımlarına karşı caydırıcılığı devam etmekle birlikte tehdidin çeşidinde yaşanan değişim sebebiyle burada bir aşınma olabileceğine işaret edilmiştir. Keza 2006 yılına göre Lübnan Hizbullahı kapasitesini bir hayli artırmış, iç savaş ortamında daha da profesyonelleşmiş ve İran’ın desteğiyle sofistike yöntemler geliştirmiştir. Dahası 2006 Savaşı’nın aksine, Suriye’nin güneyinde de İran destekli devlet dışı aktörlerin mevcudiyeti, İsrail ordusu için angajman sahasının oldukça genişlemesi anlamına gelmektedir. Bu ise Suriye’de, Rusya’nın da dâhil olduğu karmaşık denklemde ciddi riskler barındıracaktır ki bu durum İsrail’in hareket alanını oldukça daraltacaktır. Dahası, Ukrayna’da süren savaşın başlamasıyla beraber giderek zayıflayan, Hmeymim merkezli “gerginliği azaltma mekanizması”nın sonlandırılması gibi gelişmeler ve 7 Ekim sonrasında tamamen gerilen Rusya-İsrail ilişkileri bağlamı da bunu teyit eder niteliktedir.

İran’ın Vekil Stratejisinin Zayıflıkları ve İsrail’in 1 Nisan 2024 Şam Saldırısı
Savaşın gri alana taşınması, çatışan taraflar arasında bulunan güç asimetrisinin konvansiyonel olmayan yöntemler üzerinden dengelenmesi adına uygulanan bir metot olarak açıklanabilir. İran’ın, tehdit algıları doğrultusunda vekil savaşına yönelmesi, teorik ve pratik açıdan kaydettiği gelişme de bölgedeki hasımları, bunların müttefik ve ortakları ekseninde kurduğu dengeye bakıldığında daha kolay anlaşılacaktır. Vekil yapıların işlevi, bulundukları bölgelerde Tahran’ın iradesi dışında bir çatışma senaryosuna dâhil olmalarından ziyade, İran’ın ulusal güvenliğinin sağlanması adına Hizbullah’a evrilmeleri/Hizbullahlaşmaları, gerektiğinde hasımların yıpratılması adına Tahran’ın oyun kitabına uygun asimetrik faaliyetler yürütülmesidir. Buna paralel olarak söz konusu unsurlar Tahran’ın desteğiyle bulundukları ülkeleri dönüştürerek İran’ın ulusal güvenliğine katkı sunmak üzere çalışan birer “sigorta” olarak görev yapmaktadır. Bu kapsamda İran, hasımlarıyla gerginliğin yönetilebilir bir düzeyde kalmasını amaçlamakta, bu konuda edilgen bir çizgide kalmaktan ziyade aktif bir strateji izlemektedir. 2006 İsrail-Hizbullah Savaşı tecrübesinde de görüldüğü üzere gerginliği kontrolsüz bir şekilde artıracak gelişmeler hem vekil unsurları yıpratmakta hem de İran’ın bölgesel güvenlik stratejisini riske atmaktadır. Dolayısıyla maliyeti, getirisini aşan topyekûn bir çatışmaya dönüşebilecek sonuç olarak arasında güç asimetrisi bulunan hasımları karşısında doğrudan İran’ı hedef yapması muhtemel gerginlikler, Tahran’ın çıkarlarına hizmet etmeyecektir. Ortadoğu’ya yayılan vekil grupların, bulundukları bölgelerde mevcudiyetlerini pekiştirmeleri, siyasi yapılara ve devlet mekanizmasına nüfuz etmeleri, kendilerini belirli bir skalada otonom olarak idame ettirmeleri İran adına asıl önem arz eden husustur.

Bunun yanı sıra 2010 sonrası dönemde ambargolar ve tekrar eden protestoların etkisiyle zorlanan rejimin, iç kamuoyunda ve bölgedeki vekilleri nezdinde zafiyet görüntüsü sergilememek adına ciddi hassasiyet gösterdiği gözlemlenmektedir. Bu hassasiyetin ikinci kritik ayağı ise İsrail-İran arasındaki caydırıcılık mücadelesinde geri adım atılmamasıdır. Ancak Tahran’ın, ofansif faaliyetlerini tasarlarken sahip olduğu alanı, kendisi ve vekillerini hedef alan sınırlı saldırılara cevap verirken ve karşı strateji üretirken bulamadığı değerlendirilmektedir. Bir yandan saldırılara cevap vermek, bu sırada gerginliğin sınırlı kalmasını temin etmek diğer yandan verilen cevaba ilişkin kamuoyu algısını yönetmek, oldukça karmaşık ve iyi hesaplanmış stratejiler gerektirmektedir. Bu ikilemin sonuçlarını Kasım Süleymani ve Ebu Mehdi el-Mühendis’in öldürülmesi sonrası süreçte yaşanan tartışmaları takip etmek mümkün olmuştur.

İsrail’in Gerilimi Tırmandırma Üstünlüğünü Yitirmesi
Gerilimin tırmandırılması, çatışmanın yoğunluğu ve kapsamının, bir veya daha fazla tarafça önemli sayılan eşiği (ya da eşikleri) aşacak şekilde arttığı durum şeklinde tanımlanmaktadır. Bu durum, söz konusu taraflardan birinin, yeni gelişmelerle çatışmada niteliksel olarak bir değişim yaşandığına kanaat getirmesiyle gerçekleşmektedir. Dolayısıyla gerilimin tırmandırılması hem hasımlar tarafından araçsallaştırılması ihtimali bağlamında caydırılması gereken hem de onlara karşı kullanılabilecek stratejik bir araçtır. Zeev Maoz hem konunun daha iyi açıklanması hem de esasen Suriye odaklı olarak İsrail’in son yıllardaki noktasal saldırılar şeklinde geliştirdiği stratejisine ışık tutmaktadır. 2015 yılında yayımlanan İsrail ordusu strateji belgesi ile oldukça paralel önerilerin bulunduğu çalışmasında Maoz, kısıtlı güç kullanımının İsrail ulusal güvenliğine katkılarını tartışırken bunun amacını “kümülatif caydırıcılık” olarak açıklamaktadır.

İsrail adına caydırıcılık stratejisinin gereği olarak orantısız güç kullanımı ile “provakasyonlara” cevap verilmesi esasken İran ile yaşanan gerilimde İsrail’in stratejisine bakıldığında, tırmandırma üstünlüğünün kaybedildiğini ifade etmek mümkündür. Esasen 1-19 Nisan 2024 tarihleri arasında taraflar arasında yaşanan karşılıklı saldırılar, adeta olası bir savaşta sahip oldukları avantajların sergilenmesi ve olabileceklerin özeti niteliğindedir. 1 Nisan 2024’te, Şam’da, İsrail tarafından İran’a ait diplomatik misyona yapılan saldırı sonucunda Devrim Muhafızları, Kudüs Güçleri’nden Tuğgeneral Reza Zahidi ve yardımcısı Tuğgeneral Hadi Hajj Amiri ve beraberindeki 5 subay öldürülmüştür. İsrail’in, 2018’den beri İran destekli unsurlara yüzlerce saldırı gerçekleştirmesine karşılık, son saldırı hem şekil hem de dozajı itibarıyla İran’ın cevabını tetikleyecek seviyeyi aşmıştır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde (BMGK) İsrail’in eyleminin kınanmaması, İran’ın hem 14 Nisan’da gerçekleştirdiği saldırıya meşru zemin sağlamak adına argüman olarak kullanılmış hem de sonrasında BM odağında uluslararası sisteme yönelik eleştirel tavrının merkezini oluşturmuştur. Tahran’ın açıklamasının, İran BM Daimî Temsilciliği sosyal medya hesabından verilmesi de bu istikamette okunmaktadır.

14 Nisan 2024 gece saatlerinde ise İsrail, çoğunluğu bizzat İran sınırları içinden ateşlendiği açıklanan 300-350 kadar balistik füze, seyir füzesi ve SİHA ile hedef alınmış, bu unsurların çoğunluğunun İsrail’e ulaşmadan önlendiği ifade edilmiştir. ABD, İngiltere ve Fransa’nın yanı sıra Ürdün’ün, kendi sınırları içinde bu önleme faaliyetlerine katıldığı, sınırlı sayıda balistik füzenin ise önlenemeyerek güneyde Nevatim Askerî Üssü’nü vurduğuna dair görüntüler açık kaynaklara yansımıştır. Saldırı, Irak ve bölgedeki diğer yapılarla beraber doğrudan İran içinden gerçekleşmesi itibarıyla Tahran’ın angajmanlarında alışılmışın dışına çıkan bir çerçeve çizmesi itibarıyla önemli görülmektedir. Dolayısıyla bunun çıktıları, tarafların birbiri üzerinde caydırıcılık tesis etmek üzere bugüne kadar uyguladığı politikalar ve stratejiler sonucunda ortaya çıkan aktüel durumun önündeki perdeyi kaldıran bir semptom olarak değerlendirilmektedir. Zira söz konusu saldırı sonucunda karşılaşılan güvenlik denkleminin, İsrail’in “dokunulamaz olduğu” şeklinde oluşan geleneksel algıdan farklı bir manzara ortaya koyduğu anlaşılmıştır. Bu bağlamda saldırı, özellikle İsrail’in güvenliği ve caydırıcılığına dair ciddi mesajlar içermektedir.

Saldırı sonrasında İsrail tarafından gelen açıklamaların en dikkat çekici yönü, “İsrail’in Suriye’de düzenlediği her saldırı sonrasında İran’dan böylesi bir cevabın geldiği bir rejimin tolere edilmeyeceği” minvalinde, başka bir deyişle İran’ın tesis etmeye çalıştığı böylesi bir dengenin kabul edilmeyeceği olmuştur. İsrail’in, 19 Nisan sabah saat beş sularında, Isfahan, Natanz yakınlarında 8. Şekari Hava Üssü’ndeki S-300 radarını vurması ise Tahran’a açık bir cevap olmuştur. Gelişme sonrasında İsrail’in saldırıyı açıkça üstlenmemesi, İran tarafının ise kamuoyunu teskin edici nitelikteki stratejisi neticesinde çatışmanın boyutu sınırlı kalmıştır. ABD’nin baskısıyla saldırısını kısıtlı tuttuğu yönünde haberlere karşılık, İsrail’in gerginliği daha da öteye götürmekten imtina etmesi, değinilmesi gereken önemli bir husustur. Zira bölgesel güvenlik denklemi ve tehdidin çeşidinin değişmesinin, İsrail’in stratejisini ve saldırısını kısıtlayan en önemli husus olarak değerlendirilmektedir.

Sonuç
İran’ın İsrail’e doğrudan saldırması veya buna teşebbüs etmesi, sonucuna bakılmaksızın kritik önemdedir. Bu durum, İran’ın, kapasitesini belirli bir eşiğin ötesine taşındığı ve Tahran’ın, İsrail’i hedef alan saldırısını kısıtlı tutmasına karşılık caydırılamadığını göstermiştir. Taraflar arasındaki karşılıklı saldırılar, teknolojik/nitelikli askerî üstünlük ile sayı/nicelik üstünlüğüne dayalı kapasiteler arasındaki savaş şeklinde tasvir edilebilir. İran 350 kadar balistik füze ve seyir füzesinin yanı sıra SİHA ile İsrail’e saldırmış, bu unsurların büyük çoğunluğu İsrail’in katmanlı hava savunma sistemlerinin (HSS) yanı sıra ABD, İngiltere ve Ürdün’ün HSS’leri ve uçakları tarafından önlenmiştir. Esasen İran’ın, İsrail HSS’lerini geçmek adına daha fazla imkânı bulunmaktadır. Mezkûr saldırı ise İsrail sınırlarından oldukça uzaktan gerçekleştirilmiş, Hizbullah’ın dahli sınırlı olmuştur. Dolayısıyla, saldırıyı 350 unsur üzerinden okumak ve İsrail’in mutlak bir askeri başarı elde ettiğini iddia etmek hatalı olacaktır. İran’ın bizzat sınırları içinden yaptığı saldırıya paralel olarak bölgedeki vekil güçler ağını da kullanarak İsrail’in hava savunmasını daha fazla unsurla aşma ihtimali, İsrail’in güvenliği açısından ciddi bir tehdit olmaya devam etmektedir. Keza Gazzeli gruplarla İsrail’in mevcut ve geçmiş çatışmalarında bu durum birçok kez izlenmiştir. Böyle bir senaryoda gerçekleşmesi muhtemel tahribatın bir hayli artacağı, sonuçları bölgeyi de içine alan çok daha yıkıcı sonuçlara neden olacağı öngörülebilir. Diğer yandan İran-İsrail mücadelesinin, İran’ın bölgesel stratejisinin yalnızca bir ayağı olduğu unutulmamalıdır. İran’ın, özellikle uzaktan vuruş kapasitesinin ve teknolojisinin, niceliğinin yanı sıra nitelik açısından da gelişme göstermeye devam ettiği gözlemlenmektedir. Buna karşılık İsrail, Natanz saldırısı ile zaten tartışmasız olan nitelikli üstünlüğünü sergilemiş, “inisiyatif kullandığı” takdirde, İran’ın nükleer kapasitesini vurabileceğini göstermiştir. Bu noktada, İsrail’in söz konusu kapasitesi şaşırtıcı bir etki bırakmamışsa da İran tarafının saldırısı ve bunun etkileri önümüzdeki süreçte daha fazla gündemi meşgul edecektir. Bunun yanı sıra İran ve İsrail’in karşılıklı saldırılarda uğrayacağı tahribatın iki ülke halkı üzerindeki etkisi farklı tezahür edecektir. İran’ın bu konuda elinin daha güçlü olduğu ve stratejisinin buna uygun bir yapıda tasarlandığı ifade edilebilir. Bütün bu tabloda İsrail, gerilimi tırmandırma üstünlüğünü yitirmiştir. İran’ın vekil stratejisinin zayıflıklarına karşılık genel manzarada İsrail’in caydırıcılığı açısından da oldukça zorlu şartların varlığından söz edilebilir.