Küçük Ülke, Büyük Mücadele: Katar’ın Ablukayı Kırma Stratejisinin Anatomisi

2017’de başlayan Körfez krizinin sona ermesi adına son günlerde bölge diplomasisinde hareketli bir süreç yaşanıyor. Kuveyt’in arabuluculuğunda gerçekleşen ve ABD ile Suudi Arabistan ve Katar’ın dahil edildiği görüşmelerden olumlu bir sonuç alınacağına dair güçlü sinyaller, yerel ve uluslararası medyaya yansımış durumda. Fakat krizin çözüme kavuşturulmasının 2017’den bu yana bölgede esen soğuk rüzgarları dindirmeye yardımcı olacağı ise şüpheli. Nitekim söz konusu krize yol açan nedenlerin birçoğu mevcudiyetini koruyor. Bu noktada krize gelinen sürece daha yakından bakınca taraflar arasındaki güven bunalımının ne derece derin olduğunu görmek de mümkün.

Bu güven bunalımının temelleri aslında Arap devrimlerini izleyen süreçte atıldı. 2010’da Tunus’ta başlayan ve daha sonra Mısır, Libya, Yemen ve Suriye’ye yayılan devrimler sürecinde Katar’ın değişimleri ve toplumsal hareketleri destekleyen tavrı başta Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) olmak üzere statükocu aktörleri ciddi anlamda rahatsız etti. Bu aktörler Mısır’da Müslüman Kardeşler üyesi sivil Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin görevden uzaklaştırılması sürecine verdikleri destekle aslında Katar’a bir uyarı mesajı da göndermişlerdi. Arap devrimleri sürecine desteğini devam ettirmesi, bölgesel statükoya zarar verecek politikaları sürdürmesi ve İsrail ile BAE’nin kuruculuğunu üstlendiği ittifak yapılanmasının yükselişine engel olacak ittifaklar peşinde koşması Katar’dan duyulan memnuniyetsizliğin başlıca nedenleriydi. Bu noktada Doha’nın önce Muhammed Mursi’ye daha sonra da Türkiye’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yakınlaşması bu ülkelerin kırmızı çizgisinin aşılmasıydı.

Katar'ın kararlı ve bağımsız politikaları hedef alındı
Mursi’nin devrilişinin ardından Katar’ın pozisyonunda değişikliğe gitmemesi ve Türkiye ile yakınlaşmayı sürdürmesi üzerine Suudi Arabistan, BAE ve Bahreyn 2014’ün Mart ayında aldıkları ortak bir kararla Katar’dan büyükelçilerini çektiler. Karara gerekçe olarak Katar’ın “içişlerine karıştığı” iddiasını öne sürmüşlerdi. Bu durum Körfez ülkeleri arasında daha önce benzeri görülmemiş bir krize işaret etmekteydi. Ayrıca derinleşen ayrışmaların tamiri güç hasarlara neden olabileceğini de ortaya koymaktaydı. Ancak o dönemde kriz daha da büyümeden sona erdirildi. 2014’ün Kasım ayında Riyad’da düzenlenen Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) zirvesinde uzlaşı sağlandı ve söz konusu ülkeler elçilerini Katar’a geri gönderdiler. Aslında bu krizle de Katar’a sert bir uyarı verilmeye çalışılmıştı. Ancak dış politikasında bağımsız tutumunu devam ettirmek isteyen Katar, herhangi bir değişikliğe gitmeyerek kararlı duruşunu sürdürdü.

Katar’ın bu mesaja cevabı Türkiye ile daha güçlü bir ittifak yapılanması oldu. Katar Emiri Şeyh Temim bin Hamed Al Sani, 2014’ün Aralık ayında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı Doha’da ağırlayarak iki ülke arasındaki ilişkileri stratejik ortaklık seviyesine çıkaran anlaşmaya imza attı. 2015 Mart’ında onaylanan bu anlaşma ile Katar, Türkiye’nin ülkesinde askeri üs kurmasına izin verdi. Türkiye’nin Ortadoğu ve Körfez bölgesindeki ilk askeri üssü olan bu tesis, özellikle BAE’yi ciddi anlamda rahatsız etti. Türkiye, Tarık bin Ziyad kışlasında asker sayısını kademeli olarak artırdı ve Katar’a yönelecek her türlü tehlikeye karşı kalkan vazifesi üstlendi.

Öte yandan 2014 yılındaki Körfez krizinin ortaya çıkardığı bir diğer sonuç da Körfez’in diğer ülkeleri Umman ve Kuveyt’in Suudi Arabistan ve BAE’nin tahakküm girişimlerine boyun eğmemeleri oldu. Nitekim bu ülkelerden de Katar’dan büyükelçilerini çekmeleri beklenmiş olmasına rağmen iki yönetim de tarafsız konumlarını korudular. Dolayısıyla Suudi Arabistan ve BAE öncülüğündeki ittifakın Körfez siyasetindeki sınırları da belirlenmiş oldu. Ancak bu ülkeler bu durumun farkına varamamış olacaklar ki 2017’de benzer bir saldırıyla yeniden Katar’a karşı “operasyon” girişiminde bulundular.

2017 krizini hazırlayan süreç
2017 krizine gelinen süreçte iki önemli gelişme olurken bunların ikisi de doğrudan Körfez bölgesiyle alakalı gelişmeler değildi. Ancak özü itibariyle bu gelişmeler Körfez krizine zemin hazırlayan olaylardı. Bunlardan ilki 2016 yılında Türkiye’de yaşanan darbe girişimiydi. Mısır’daki senaryoya benzer bir şekilde Türkiye’de Cumhurbaşkanı Erdoğan yönetimine karşı bir darbe planlandı ve bu süreçte birçok iç ve dış aktör aktif bir biçimde rol aldı. Öyle ki ABD başta olmak üzere Batı medyasında Türkiye’de darbe çığırtkanlığı yapılırken, ülke içindeki terör saldırıları ile ciddi bir kaos ortamı oluşturulmaya çalışıldı. 15 Temmuz 2016 gecesi darbe girişiminin gerçekleştiği anlarda Suudi Arabistan ve BAE’de devlet tarafından kontrol edilen medya organlarının olayların gidişatını dikkate almadan darbenin gerçekleştiğine dair yayınlar yapmaları bu ülkelerin pozisyonlarını açık etmelerine neden oldu. Bunun yanında darbe girişiminden birkaç ay sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu isim vermeden darbe girişimine bir Müslüman Arap ülkesinin 3 milyar dolar finansman sağladığını ifade etmeleri birçok çevrelerce bu ülkenin BAE olduğu şeklinde yorumlandı. Dolayısıyla BAE, önce Katar’ın desteklediği Mursi hükümetinin devrilmesine ön ayak oldu, daha sonra da yine Katar’la güçlü bir ittifak içerisindeki Erdoğan yönetimini hedef almaya başladı. İlk girişiminde başarılı olan BAE, Türkiye konusunda ise başarı elde edemedi.

2017 krizi öncesinde bir diğer önemli gelişme ise ABD’de Donald Trump’ın başkanlık koltuğuna oturması oldu. Trump’ın göreve gelişinin ardından özellikle BAE ve Suudi Arabistan gerek İsrail lobisi üzerinden gerekse de kendi finansal imkanlarını kullanarak Trump’ı kendileriyle yakınlaşmaya ikna ettiler ve Washington’ın bu ülkeler tarafından Doha’ya karşı bir operasyon durumunda sessiz kalmasını garanti altına aldılar. Nitekim öyle de oldu. Trump, başkanlık koltuğuna oturduktan sonra ilk yurtdışı ziyaretini Riyad’a yaparak burada Suudi Arabistan, BAE ve Mısır’ı da içeren bir ittifakı önceleyeceğini gösterdi. Nitekim Trump’ın Riyad ziyaretinden kısa bir süre sonra, Suudi Arabistan, BAE, Bahreyn ve Mısır, Katar ile siyasi, askeri ve ekonomik ilişkilerini durdurma kararı alarak bu ülkeye yönelik hava, deniz ve kara ambargosu uygulamaya soktular. Ambargonun ardından Trump attığı tweetlerle Katar’ın radikal gruplara olan desteğini sonlandırması gerektiğini belirterek bir anlamda Abu Dabi ve Riyad’ın tuzağına düştü ve Katar’a karşı ablukayı, ABD’nin çıkarlarına aykırı olacak bir şekilde, açık biçimde destekledi.

Öte yandan ablukacı ülkelerin kriz bağlamındaki talepleri de gerçek motivasyonlarını ortaya koymaktaydı. Krizin çözülmesi ve ambargonun kaldırılması için ambargocu ülkeler tarafından hazırlanan 13 maddelik bildiride, Katar’ın KİK’ten bağımsızlaşan dış politikası hedef alınırken bir taraftan da Doha yönetiminin Türkiye ile ittifakının önü tıkanmak isteniyordu. Bu talepler arasında El-Cezire’nin yayınlarının durdurulması, İran’la ilişkilerin sınırlandırılması ve Türkiye’nin ülkedeki askeri üssünün kapatılması maddeleri sadece Katar’ın dış politikasının kontrol altına alınmasını değil, bu ülkenin egemenliğinin de ortadan kaldırılması hedefini taşıyordu. Nitekim birçok uzman krizin bir sonraki aşamasının Katar’daki Temim bin Hamed Al Sani liderliğine yönelik askeri bir müdahale olduğunu belirtmekteydi. Bu ihtimal ise Türkiye’nin Katar’la tam bir dayanışma göstermesi ve hızlı bir şekilde askeri güçlerini mobilize ederek olası bir askeri müdahaleye sert bir şekilde karşılık vereceğini göstermesiyle bertaraf edildi. Nitekim ablukanın hemen ardından TBMM olağanüstü toplanarak Katar’a yeni asker sevkiyatına onay verirken, Doha’nın ulusal güvenliğinin teminat altına alınmasını sağladı.

Abu Dabi ile Riyad arasındaki anlaşmazlıklar
Aradan geçen üç yılda Katar, ablukadan yüzünün akıyla çıkarken, bir taraftan da Türkiye ile olan stratejik işbirliğini derinleştirdi. Suudi Arabistan ve BAE’nin giriştikleri tüm dış politika hamlelerinde başarısızlığa uğradıkları bu üç yıllık dönemde Katar, bir taraftan Türkiye ve Körfez’deki diğer aktörlerle ilişkilerini pekiştirirken, diğer taraftan da uluslararası düzeyde ciddi bir diplomatik desteği arkasına almış oldu. Bununla birlikte Katar, ulusal güvenliğine yönelecek tehditleri çok daha net biçimde tespit ederek bu tehditlerle mücadele konusunda da önemli bir kapasite inşası sürecine girdi. Dolayısıyla Körfez krizinin kaybedenleri Katar’dan ziyade BAE ve Suudi Arabistan oldu.

Üç yıldır devam eden ve Katar’dan ziyade başta Suudi Arabistan olmak üzere ablukacı ülkelere zarar veren sürecin sona ermesi bölge siyasetinde Türkiye-Katar ittifakının bir zaferi olarak da değerlendirilebilir. Bu ittifakın başlıca rakibi olan BAE ise son yıllarda yürüttüğü Türkiye ve Katar düşmanlığı politikalarından hiçbir sonuç elde edememiş bulunuyor. Aksine, bu süreçte BAE’nin giderek yalnızlaştığı ve İsrail’le olan işbirliği üzerinden gelecekteki olası güvenlik endişelerini bertaraf etmeye çalıştığı söylenebilir.

BAE’nin Körfez krizinin çözümü sürecinde sessizliğini koruması ve bir taraftan da İsrail ile olan ittifakını derinleştirme çabaları aslında bu yalnızlaşmanın açık bir göstergesi. Bu durum Suudi Arabistan ve BAE arasında da bir süredir gözlemlenen ayrışmayı daha da anlamlı kılıyor. Nitekim, Suudi Arabistan’ın Katar’la krizin çözümüne dair gerçekleşen diyaloğu Körfez krizinin baş müsebbibi olarak değerlendirilen Abu Dabi yönetiminin Riyad ile son dönemde giderek artan görüş ayrılıklarına bir yenisinin eklendiği şeklinde de yorumlanabilir. Yemen başta olmak üzere birlikte hareket ettikleri hemen her konuda görüş ayrılıkları yaşayan ve “zoraki bir evlilik” sürdüren iki partnere benzetilen Suudi Arabistan ve BAE gelinen noktada iki ayrı uca savrulmanın eşiğine gelmiş durumdalar.

Suudi Arabistan ile BAE arasındaki görüş ayrılıkları son dönemde özellikle Yemen, İran’la ilişkiler ve Türkiye’ye yönelik politikalar gibi konularda belirgin hale geldi. Yemen’de Suudi Arabistan’ı yalnız bırakarak kendi çıkarları doğrultusunda güneyde bağımsız bir devletçik kurmaya çalışan BAE, İran’la da işbirliği yapmanın yollarını aradı. Öte yandan BAE’nin Türkiye karşıtlığında ısrar etmesine rağmen Suudi Arabistan’ın Ankara ile yakınlaşma adına bazı adımlar atması ve arka kapı diplomasisi yürütmesi, BAE’ye bölgesel politikalarda duyulan tepkinin bir dışavurumu olarak da değerlendirilebilir.

Son olarak taraflar arası diplomatik ilişkiler yeniden tesis edilse bile, Katar’ın kendisine düşmanca politikalar izleyen komşularına karşı hızlı bir yumuşama sürecine gireceğini düşünmek gerçekçi olmayacaktır. Hedeflerine ulaşmaktan uzak kalan ablukanın sonuçlarının daha da yıkıcı bir noktaya gitmemesi, Suudi Arabistan ve BAE’nin dış politikalarını yeniden gözden geçirerek öncelikle Katar’a yönelik hasmane politikalarını sonlandırmalarına, daha sonra da bölge siyasetinde yapıcı bir tutum benimsemelerine bağlı.

Bu analiz 09 Aralık 2020’de Anadolu Ajansı internet sitesinde "Küçük ülke, büyük mücadele: Katar’ın ablukayı kırma stratejisinin anatomisi" başlığıyla yayınlanmıştır.