Suriye ve İran: Değişen Bölgesel Ortamda İttifak

Dr. Jubin M. Goodarzi, Cenevre Webster Universitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
“İran, Suriye, Hizbullah, yeni Irak hükümeti ve Hamas'ın İsrail'e karşı uyguladığı direniş zinciri Suriye'den geçiyor... Suriye, İsrail'e karşı direniş zincirinin altın halkası.”
İran Dini Lideri'nin Dış İlişkilerden Sorumlu Başdanışmanı  Ali Ekber Velayeti, 6 Ocak 2012    
 
“Suriye'de yaşananlar bir iç mesele değil, bölgedeki ve dünyadaki direniş ekseni ile düşmanları arasındaki bir çatışmadır. İran, Suriye'nin temel parçası olduğu direniş ekseninin kırılmasına hiçbir şekilde müsamaha göstermeyecektir.”
İran Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi Başkanı Said Calili, 6 Eylül 2012     
 
Özet
 
Suriye ve İran arasındaki işbirliği 30 yıldan fazla bir süredir Ortadoğu'daki siyasi durumda sürekli olarak gözlenen bir unsurdur. Dahası, söz konusu ittifak başlangıcından bu yana bölgedeki gelişmeler üzerinde oldukça etkili olmuştur. Bunlar arasında son yıllarda meydana gelen; 2003 Irak savaşı, 2006 Lübnan çatışması ve İran'ın Suriye iç savaşında oynadığı rol örnek verilebilir. Bu çalışma, Suriye-İran ittifakının evrimini şekillendiren ve etkileyen güçleri anlamada analitik bir çerçeve sunmaktadır. Ayrıca eksen, başlıca mitler ve buna ilişkin kavram hatalarının öneminin altını çizmektedir. Aynı zamanda söz konusu ilişkilerin gelişiminde yer alan çeşitli evrelere ve geleceğe ilişkin genel bir bakış sunmaktadır.          
 
Giriş
 
Şüphesiz, modern Ortadoğu siyasetinin en etkileyici gelişmelerinden biri 1979'da kurulan Suriye-İran ittifakının ortaya çıkışı ve sürekliliğidir. Yaklaşık otuz yıldan bu yana, Tahran-Şam ekseni birçok gözlemciyi şaşırtmaya devam etmektedir. Siyasi temelleri ve yapıları olduğu kadar kendilerine özgü ideolojilerindeki farklara da dikkat çeken birçok analist, İran gibi devrimci ve pan-İslamcı bir teokrasinin Suriye gibi laik, pan-Arap ve sosyalist bir cumhuriyet ile ittifak kurabilmesi karşısında şaşkınlığı sürmektedir.(1) Ayrıca Baasçı Suriye pan-Arap davasının güçlü bir taraftarı ve gerçek bir lideri olduğunu iddia ederken, İran ise İslami evrenselliği savunmakta ve laikliği reddetmektedir.(2)
                                                                             
Suriye-İran ekseni, karşılaştığı onca zorluğa ve ilişkilerindeki dönemsel gerginliklere rağmen otuz yılı aşkın bir süredir varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Genel olarak özellikle Mart 2011'den beri süregelen Suriye Ayaklanması ve İran'ın Esad rejimine desteği; İsrail'i Suriye ve İran destekli Lübnan Hizbullah hareketiyle karşı karşıya getiren 2006 Lübnan Savaşı; ve 2003 Irak Savaşı'ndan beri Tahran ve Şam arasında artan genel bir işbirliği gibi son yıllarda Ortadoğu'da yaşanan büyük gelişmeler göz önünde tutulursa, yirmi birinci yüzyılın başlarında bu iki devlet arasındaki eskiye dayanan bağlar çıkarlara hizmet etmeye devam etmektedir.    
 
Bu makale, Suriye-İran ittifakının gelişimini şekillendiren ve etkileyen güçleri anlayabilmek adına analitik bir çerçeve sunmayı amaçlamaktadır. Ayrıca eksenin önemi ile buna ilişkin önemli mit ve yanlış anlamaların da altını çizecektir. Bu çalışma aynı zamanda söz konusu ilişkinin gelişiminde yer alan çeşitli evrelere ve geleceğe yönelik de genel bir bakış sunmaktadır.     
 
Suriye-İran İttifakı'nın Önemi
 
Genel anlamda Tahran-Şam eksenini inceleyip anlamak için üç önemli sebep vardır. İlk olarak, ABD'nin 2003 yılındaki Irak işgalinden itibaren geçtiğimiz birkaç yıldır yeniden gördüğümüz gibi söz konusu ittifak son otuz yılı aşkın bir süredir Ortadoğu siyaseti üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. İkinci olarak, ittifak otuz yıldan fazla bir süredir devam eden güçlü bir ilişkileri olduğunu kanıtlamıştır ki Ortadoğu'daki istikrarsız ve değişken siyasi ortamı göz önünde bulunduracak olursak bu oldukça olağandışı bir durumdur. Üçüncü olarak, birçok bölgesel ve siyasi gözlemci söz konusu ittifakı bazı yönlerden hâlâ yanlış anlamaktadır. Dolayısıyla bu da iki ortağın hedef ve tutumlarıyla ilgili birçok yanlış değerlendirmeye ve ittifak ve bölgesel siyasete ilişkin karmaşık durumun aşırı basitleştirilmesine yol açmıştır.         
 
Otuz yıldan fazla bir süredir, iki ortak Irak, İsrail ve ABD'nin Ortadoğu'ya yönelik hedef ve politikalarına ket vurma konusunda bazı önemli başarılara imza atmıştır. Aralarındaki sürekli işbirliği sayesinde Eylül 1980 tarihinde Irak'ın İran işgalini durdurma, ve Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak'ın Ortadoğu'da egemen güç hâline gelmesinin önüne geçme konusunda çok önemli bir rol oynamışlardır. Ayrıca Haziran 1982 tarihli İsral'in Lübnan işgali ve ülkenin neredeyse yarısının ele geçirilmesini takiben Tel Aviv'in Lübnan'ı kendi yörüngesine çekme stratejisine de engel olmuşlardı. Başta Hizbullah olmak üzere Lübnanlı temsilcileri vasıtasıyla Suriye ve İran, İsrail askeri gücünün sınırlarını ortaya koymuş ve Tel Aviv'i 1984 ile 2000 yılları arasında işgal ettiği topraklardan geri çekilmeye mecbur bırakmıştır. Aynı dönemde ve yine aynı bölgede, 1980'lerde ABD Başkanı olarak görev yaptığı iki dönem boyunca Ronal Regan'ın muzdarip olduğu nadir dış politika başarısızlıklarından birine yol açmayı başarmışlardır. Bölgede ve dünya sahnesinde ABD üstünlüğünün söz konusu olduğu Soğuk Savaş sonrası dönemde bile, her iki ülkeye de ekonomik yaptırımların uygulanmasına ve 2003 yılında ABD'nin Irak işgaline rağmen, Suriye ve İran, son yıllarda da görüldüğü gibi başta Irak ve Lübnan'da olmak üzere doğrudan veya dolaylı olarak dünya petrol piyasalarına büyük ölçüde hâkim olmuşlardır.
 
Suriye-İran İttifakını Anlamak Adına Kavramsal bir Çerçeve
 
Yaygın görüşün aksine (büyük ölçüde Suriye ve İran rejimlerinin otoriter yapısı, ve birçok çevrede beğenilmemelerinden dolayı), söz konusu ittifak başta savunmacı bir yapıya sahipti, ve bölgede Irak ve İsrail'in saldırgan gücünü etkisiz hâle getirmeyi ve ABD'nin Ortadoğu'ya el uzatmasını engellemeyi amaç edinmişti. İttifakın kurulmasına zemin hazırlayan ilk itici güç Şubat 1979 tarihinde İran'ın muhafazakâr ve Batı yanlısı monarşisinin yıkılması olurken; Eylül 1980'de Irak'ın İran'ı işgali ise Suriye ve İran arasındaki yakınlaşmayı daha da hızlandırmış, bu süreçte Suriye İran'ın uğradığı yenilgiyi atlatması için çok önemli bir diplomatik ve askeri yardımda bulunmuş ve Mayıs 1982'ye kadar Irak güçlerini topraklarından çıkarmıştır. Buna karşılık İsrail ikinci Lübnan işgalini başlatarak bir ay sonra, Haziran 1982'de, hemen yakındaki Suriye'ye meydan okuduğunda ise İran Suriye'ye destek sağlamış ve 1983-1985 yıllarında Lübnan'daki Şii nüfusunu İsrail ve Batılı güçleri topraklarından çıkarması için seferber etmiştir. 1988 ve 1989 yılları arasında, Kuveyt çatışmasından önce,  ilginç bir şeklde Irak, İsrail ve diğer ülkeler tarafından desteklenen Mişel Aun'un Suriye karşıtı isyanını bastırmak üzere her iki müttefik de Lübnan'da işbirliği yapmıştır. 11 Eylül saldırısının ardından son dönemde Bush yönetiminin “terörizmle mücadelesi” ve özellikle de ABD'nin 2003 Irak işgali Şam ve Tahran'daki endişeleri daha da arttırmış ve iki müttefik arasında artan işbirliği ve sıkça gerçekleştirilen görüşmelerin yaşandığı yeni bir dönemin habercisi olmuştur. Ayrıca iki ortak, son yıllarda bir dizi savunma anlaşması da imzalamıştır. 
 
Genel olarak, hedefleri belirleyen ve kısıtlayan savunma ittifakları hem daha istikrarlı hem de daha uzun ömürlüdür.(3) Uzun soluklu 33 yıllık ortaklık kısmen bununla da açıklanabilir. Savunma amaçlı ortaklıkların hassasiyeti taarruz amaçlı ortaklıklara kıyasla daha azdır. Taarruz amaçlı ortaklıklar genellikle muhalif taraf saldırıya uğrayıp mağlup edilince dağılır. Sonunda ittifakı sürdürmenin temelinde yatan sebep üyeler için varlığını yitirdiğinde genellikle elde edilen zaferin getirileri üzerine bir tartışma yaşanmakta ve tarafların arası açılmaktadır.(4)
 
Ayrıca şunun da altını çizmek gerekir ki; bu ittifakın istikrarlı ve uzun soluklu olmasına katkıda bulunan bir başka sebep, işbirliği yaptıkları iki alanda söz konusu iki ortağın önceliklerinin farklı olmasıdır. İran için temel iştigal konusu Basra Körfezi bölgesi iken, Suriye için ise Doğu Akdeniz bölgesidir. Zaman içinde birbirlerine sürekli danışarak ve hedefleri konusunda değişikliklerde bulunarak her iki ortak da bu gerçeğin farkına varmışlardır. Sonuç itibariyle, politikalarını uyumlaştırmaya ve birbirlerininkiyle uzlaştırmaya çalışırken, aynı zamanda kendi çıkarlarını da korumaya ve iyileştirmeye de çaba göstermişlerdir.(5) Somut bir örnek vermek gerekirse; özellikle İran Suriye'nin arzusu dışında Lübnan'da birtakım politikalar izleyince 1985 ve 1988 yılları arasında ilişkilerde patlak veren birtakım krizlerin ardından sürekli görüşmeler sonucunda taraflar temel meseleler konusunda bir mutabakata varmışlar; buna göre Arap-İsrail bölgesinde Suriye'nin çıkarları üstün gelirken, Körfez bölgesinde ise Şam Tahran'ın isteklerini kabul etmiştir. Dolayısıyla, bir ittifaktaki tarafların çıkarları ne kadar çok birbirini tamamlarsa, müttefikler arası uzlaşma ve mutabakatlara da o kadar kolay varılabilir.(6) Her ne kadar çıkarlar ve politikalar daima bir noktada buluşmasa da, düzenli görüşmeler sayesinde her iki müttefik de aralarındaki farklılıkları azar azar gidermeye, konumlarını uyumlaştırmaya ve hareketlerini koordine etmeye çalışmışlardır. 
 
Suriye-İran ortaklığının yapısı ve uzun ömürlülüğüne ışık tutmaya yardımcı olan bir başka önemli etken ise ideolojinin oynadığı roldür. Ne gariptir ki, ittifakın göreceli başarısı ve sağlam olmasındaki başlıca unsur, bu iki otoriter rejimin siyasi elit kesiminin farklı ideolojileri benimsiyor olmalarıdır; ve çelişki de burada yatmaktadır. Aynı uluslararası ideolojileri benimseyen devletler arasında kurulan ittifakların, genellikle ideolojinin ikincil sırada rol aldığı ittifaklardan daha kısa ömürlü olma ihtimali daha yüksektir. Bu özellikle de otoriter rejimlerin hakim olduğu, ve genellikle ülke içinde ve komşu ülkelerde siyasi meşruiyetlerini ve seçmen gruplarını arttırmak için ideolojiyi araç olarak kullandıkları Ortadoğu'da geçerli bir durumdur. Pan-Arapçılık ve pan-Islamcılık gibi revizyonist ideolojiler sıklıkla parçalanmalara yol açmaktadırlar, zira güç ve etki kurmaya ve düşman devletlerin istikrarını bozmayı hedeflerler.     
 
Ortadoğu'da geçmişte yaşananların da gösterdiği gibi, ortak ideolojilere sahip devletler uzun soluklu ittifaklar kurmaktan ziyade liderliği elde etmek için yarışmaktadırlar. Her devlet meşru lider olduğunu iddia edebilir, ve hatta tek bir siyasi oluşum kurmak adına diğerlerine haklarından ve egemenliklerinden feragat etmelerini bile talep edebilir. Bu durum Suriye ve Irak'taki Baas Partisi'nin rakip kanatları arasındaki rekabetin de içinde bulunduğu, 1950'li ve 1990'lı yıllarda Mısır, Suriye ve Irak'taki pan-Arap rejimler arasındaki muhalefet örneklerinde açıkça gözlenmiştir. Benzer ideolojilere sahip ülkeler arasındaki rekabete verilebilecek bir başka çarpıcı örnek ise; 2001 yılına kadar devam eden, İran İslam Cumhuriyeti ve Taliban yönetimindeki Afganistan İslam Emirliği arasındaki husumettir. Ayrıca, 11 Eylül saldırılarında hayatını kaybeden insan sayısından daha fazla kayıp verilen Mezar-ı Şerif şehrindeki birçok İranlı konsolosluk görevlisinin ve binlerce Afgan sivil vatandaşın katledilişinin ardından Ağustos 1998'de Tahran'ın Taliban'la savaşmanın eşiğine geldiği de unutulmamalıdır. İran 100.000'den fazla askeri birliği Afganistan-İran sınırına toplamış, kara ve hava manevraları gerçekleştirmiştir. Genel olarak 1945 sonrası dönemde yaşananlar, tek ve merkezi bir hareket kurma arayışında lan Arap devletleri ve komünist ülkeler arasındaki ittifakların istikrarsız ve kısa ömürlü olduğu göstermektedir. Son tahlilde, ortak ideolojiler genellikle birliğin önünde engel teşkil etmiş ve devletleri uzun süreli ittifaklar kurmak yerine birbirleriyle muhalefet etmeye sevk etmiştir.(7)
 
İran ve Suriye'ye baktığımızda, kendisini “Arapçılığın atan kalbi” olarak gören Suriye'nin aksine İran'ın (Arap olmayan bir ülke) Arap milliyetçiliğinin lideri olmaya çalışmadığı açık bir şekilde görülmektedir. Suriye Ortadoğu'da İslami uyanış hareketinin liderliği için rekabet etmemektedir. Tamamen farklı ideolojilerden dolayı ne ideolojik düzeyde göze çarpan bir rekabet (1985 ile 1988 arasında Lübnan'daki örnek dışında), ne de ortaklardan birinin diğerini hiçe sayma korkusu söz konusudur.       
 
Aynı zamanda, hem Baasçı Suriye hem de İslamcı İran'ın, siyasi elit kesimlerinin birtakım ortak algı ve dünya görüşlerine sahip oldukları tamamen bağımsız devletler olduklarını ve hatta seküler ve aşırı İslamcı ideolojilerinin bazı yönlerden örtüştüğünü de belirtmek gerek. İran ulusalcılığın ötesine geçmek, Arap-İran siyasi ayrılıklarını ve Şii-Sünni dini farklılıklarını aşarak bölgede Müslüman birliği kurmak, Arap-İsrail mücadelesinde aktif bir şekilde yer alarak dayanışmasını göstermek için devrimci İslam yüzünü kullanmaya çalışırken; kendini Arapçılığın anavatanı ve kalbinin attığı yer olarak ilan eden Suriye ise Arap birliğini sağlayan bir araç olarak hareket ederek Arap dünyasının siyasi parçalanmasının üstesinden gelmeye gayret etmektedir. Hafız Esad, Ruhullah Humeyni ve halefleri Ortadoğu'yu stratejik bir bütün olarak görmekte; ve otoritelerini kabul ettirmek, Arap ve İslami çıkarlarını desteklemek, ve bölgede başta ABD olmak üzere dış etkileri azaltarak hareket alanlarını arttırmak adına ittifaklarına çok büyük önem vermektedirler. Sonuç olarak, ortak gündemlerini uzun yıllar boyunca ileri taşımak için her iki rejim de uzun vadeli çıkarlarını kısa vadeli kazanımların önünde tutmaktadır. Bu durum, 1985-1988 yılları arasında ittifakı sonlandırmak özellikle Suriye'nin işine gelecekken uzun vadeli çıkarlar ve stratejik kaygılardan dolayı ittifakın daha da güçlendirilmesi örneğiyle de net bir biçimde ortaya konmuştur.           
 
Birbirlerine sadık bağımsız devletler olarak, Şam ve Tahran'daki yönetici elitlerin temel dış politika öncelikleri ve başlıca hedeflerini anlamak oldukça önemlidir. Elbette otoriter yapıları bakımından hem İran'ın İslamcı ve Suriye'nin de Baas hükümetlerinin esas önceliği rejimin bekasıdır. İkinci öncelik ise, genel anlamda ilgili ülkelerin bağımsızlığı ve toprak bütünlüğünün sürdürülmesi anlamına gelen ulusal güvenlik konusudur. İran'ın ulusal güvenlik konusunda başlıca iki politika hedefi vardır. Bunlar: 1) Basra Körfezi ilişkilerinde bölgedeki başlıca aktör olmak 2) Bağdat'ta Tahran'a düşman bir hükümetin ortaya çıkmamasını sağlamaktır. Suriye açısından iki temel politika hedefi ise: 1) 1967'den beri İsrail'in işgali altında olan Golan Tepeleri'ni geri almak 2) Beyrut'taki hükümetin Şam'a zararı dokunacak politikalar izlememesi için Lübnan ilişkilerinde veto yetkisine  (en azından) sahip olmak. Son olarak, üçüncü öncelik ise Tahran için bölgedeki İslami çıkarları; Şam için ise Arap çıkarlarını korumak ve desteklemeyi amaçlamaktır. Öncekine göre bu öncelik, diğerleri arasında Lübnanlı Şii Hizbullah ve Filistinli Sunni Hamas'ı desteklemeyi gerektirmektedir.              
 
Suriye-İran İttifakına İlişkin Yanlış Anlamalar ve Mitler
 
Daha önce de belirtildiği gibi, Suriye-İran ilişkisi yıllardır birçok açıdan sürekli yanlış anlaşılmıştır. Bu gerçeği gözler önüne sermek için birkaç örnek vermek gerekirse: Öncelikle ittifakın kuruluşundan bu yana birçok araştırmacı ve gözlemci Tahran-Şam ortaklığının kısa süreli başarısız bir ittifak ve Irak'taki diktatör rejimi yıkılır yıkılmaz dağılacağı düşünülen Saddam yönetimindeki Irak'a karşı kurulmuş fırsatçı ve anlaşmalı bir ortaklık olduğuna ilişkin birçok yorumda bulunmuşlardır. Ne var ki Saddam Hüseyin 2003 yılında yönetimden indirilmesine rağmen ittifak bugün hâlâ varlığını sürdürmektedir. Bunun çok basite indirgenmiş bir düşünce tarzı olduğu, ve bu durumun genel ilişkiye yönelik daha incelikli ve sofistike bir anlayış ve yaklaşım gerektirdiği apaçık ortadadır. Söz konusu eksenin varlığı ve uzun soluklu oluşuna katkıda bulunan bir dizi etken mevcuttur. Irak büyük bir öneme sahip olsa da genel denklemde sadece tek bir unsurdur.   
 
İkinci bir yanlış anlama veya mit ise, iki rejim arasındaki işbirliğinin, Suriye yönetimin Alevi (Şii İslam'ın bir kolu) olması ve İran'ın dini rejiminin Şii olmasına bağlanmasıdır. Bu sav da dikkatli bir inceleme karşısında varlık göstermemektedir. Suriye rejimi laik olmasının yanı sıra, Tahran ile ilişkileri de ortak siyasi ve stratejik meselelere dayanmaktadır. Ayrıca, nasıl ki birçok ortodoks Sünni Müslüman Şiileri gerçek Müslüman olarak görmeyebiliyorsa, Şii İslam inancında da Alevileri gerçek Müslüman olarak görmeyenler mevcuttur.(8) Çeşitli iddialar da ortaya atılmıştır. Bunlardan biri de; Ayetullah Humeyni Suriye liderini gerçek bir Müslüman olarak görmediği için Ayetullah Humeyni hayattayken Hafız Esad'ın İran'ı ziyaret etmemiş olduğu iddiasıdır. Genel anlamda dini unsur belirleyici bir etken olmamış, yok denecek kadar az etkisi olmuştur.    
 
Üçüncü yanlış anlama veya mit ise; başta 1985 ve 1988 yılları arası kritik dönemde olmak üzere, 1980'li yıllarda Suriye'ye bedava petrol sevkiyatları ile Suriye'nin sadakatini kazanmış olduğu inancıdır. Ancak dikkatli bir inceleme sonunda bu iddianın gerçek olmadığı sonucuna net bir şekilde varılabilir. İran söz konusu petrol sevkiyatlarını yapmadan önce 1986 ve 1987 yılları arası dönemde, Suriye milyarlarca dolarlık mali enjeksiyonlar ve petrol sevkiyatları karşılığında İran ile olan ittifakını bozması için Sovyetler Birliği, Suudi Arabistan, Ürdün ve başka devletler tarafından yoğun baskıya maruz kalmıştır. Aynı zamanda, Suriye'deki ekonomik durum ve ülkenin döviz rezervleri de sadece birkaç haftalık ithalatı karşılayacak kadar çok düşük seviyelere inmişti. Buna ek olarak, İsrail'in savaş tehdidi ve uluslararası yaptırım endişesiyle Hindavi davasının ardından yalnızlaştırma ve savaş beklentisi olmuştur. Ekonomik ve mali zorunluluklar Suriye dış politikası oluşumunda temel belirleyici olsaydı, ortaklık bozulacaktı, ama öyle olmadı.                     
 
Suriye-İran İttifakının Gelişimindeki Aşamalar 
 
Söz konusu ittifak 1979 sonrası dönemde Ortadoğu'nun siyasi durumunda uzun soluklu bir rolü olduğu için gelişim sürecinde birçok aşamadan geçmiş ve bölgesel ve uluslararası olaylardan dolayı güç yapısında önemli değişiklikler meydana gelmiştir. İttifakın gelişiminde yer alan farklı aşamalar bakımından en az yedi belirgin dönem sıralanabilir. Bunlar:    
 
1) 1979-82 yıllarında İran-Suriye İttifakının Ortaya Çıkışı;
2) 1982-85 yıllarında İran-Suriye Gücünün Zirvesi ve Sınırları;
3) 1985-88 yıllarında İttifak İçindeki Gerilimler ve İran-Suriye Ekseninin Güçlenmesi;
4) 1988-91 yıllarında Doğu Akdeniz ve Körfez Bölgesinde Saddam Yönetimindeki Irak'ın Çevrelenmesi;
5) 1991-2003 Soğuk Savaş Sonrası Dönemde İttifak İşbirliği;
6) 2003-2011 Irak Savaşı Sonrasında İttifakın Yeniden Dirilişi; ve
7) 2011-Günümüz, Suriye Ayaklanması ve İran'ın Sürece Katılımı 
 
Genel anlamda ilk üç aşama büyük bir öneme sahip olmakla birlikte ileriki yıllarda ilişkilerin güçlenmesine yol açacak ittifakın oluşum yıllarını teşkil etmekteydi. Başta 1985 ve 1988 yıllarını kapsayan evre olmak üzere 1979 ve 1988 yılları arası dönem iyi kavranırsa, bölgesel ve uluslararası düzeyde gerçekleşen radikal değişim ve dönüşümlere rağmen ortaklığın bugüne dek nasıl geliştiği kolaylıkla anlaşılabilir.
 
Birinci Aşama – İran-Suriye İttifakının Ortaya Çıkışı (1979-1982)
Şubat 1979'da Batı yanlısı, muhafazakar İran Şahı devrildiğinde, Suriye Cumhurbaşkanı Hafız Esad Tahran'da hükümet değişikliği yapılmasını olumlu bir gelişme olarak kabul etmiş ve Arap davasına ve Filistinlilerin içinde bulundukları kötü duruma destek olmak isteyen yeni devrimci rejim ile yakın ilişkiler kurmayı gerekli görmüştür. Hatta Suriye, Başbakan Mehdi Bazargan geçici hükümetini tanıyan ilk Arap ülkesi ve dünyada ise Sovyetler Birliği ve Pakistan'dan sonra tanıyan üçüncü ülke olmuştur.    
 
1979-1980 yıllarında Suriye-İran ilişkilerindeki yakınlaşma Suriye-Irak ve İran-Irak ilişkilerinin bozulduğu döneme denk gelmiştir. 1979 baharında Mısır İsrail ile Camp David Antlşaması'nı imzaladıktan sonra Suriye ve Irak da iki devlet arasında siyasi birlik kurma amaçlı görüşmelerde bulundular. Ne var ki, iki taraf arasındaki farklılıklar yüzünden boşa çıkan çabalar nihayetinde karşılıklı atışmalara yol açmıştır. Aynı zamanda Bağdat ve Tahran arasındaki ilişkiler de ciddi boyutlarda zarar görmüştür. Bir taraftan Irak Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin İran'ın devrimci İslam tarzının kendi rejimini istikrarsızlaştıracağından korkarken, öte yandan İran'daki iç çalkantıyı komşusunun zayıflık belirtisi olarak yorumlamıştır. Söz konusu durumun; toprakları ele geçirmek adına kısa süreli bir savaş açmak, İslamcı rejimi devirmek ve büyük bir bölgesel güç hâline gelmek için kendisine bulunmaz bir fırsat sunduğuna inanmıştır.                
 
1980 yılının Eylül ayında Irak'ın İran'ı işgali, Suriye-İran yakınlaşmasının resmi bir ittifaka dönüşme sürecine hız kazandırmıştır. Çatışmayı başlattığı için Şam Bağdat'ı kınamış ve buna ilişkin olarak, “yanlış zamanda yanlış düşmana karşı açılan yanlış savaş” açıklamasında bulunmuştur.(9) Saddam Hüseyin'in söz konusu husumeti sonlandırmayacağı anlaşılınca, Şam Tahran'ın işgalden kurtulması için çok önemli bir diplomatik ve askeri destekte bulunmuş ve savaşın akış yönünü değiştirmiştir. Diplomatik cephede ise, Saddam Hüseyin'in sadık müttefiki Ürdün Kralı Hüseyin tarafından Kasım 1980'de düzenlenen Amman Zirvesi'nde İran'a karşı birleşik Arap cephesi kurulmasına karşı çıkmıştır. Suriye, Ürdün sınırında 30,000 askeri birliği toplamış ve toplantıyı boykot etmeleri için yarım düzine Arap Birliği üyesini ikna etmiştir. Askeri açıdan ise İran'a silah sevkiyatı için önemli bir kanal görevi görmüş ve çeşitli askeri yardımlarda bulunmuştur. Bunlar arasında Irak'ın hava kuvvetlerinin -20'sinin yok olmasıyla sonuçlanan Nisan 1981'de H-3 (Ürdün-Irak sınırının 50 mil doğusundaki El-Velid)'deki Irak askeri hava sahalarına karşı gerçekleştirilen İran hava saldırısına destek olması da gösterilebilir. Mart 1982'de zamanın Dışişleri Bakanı Abd al-Halim Khaddam'ın başkanlığında üst düzey bir Suriye heyeti petrol, ticaret ve askeri alanda gizli bir anlaşma olmak üzere İran ile bir dizi ikili antlaşma imzaladıklarında söz konusu ittifak sonunda bir resmiyete kavuşmuş oldu. Akabinde Suriye Irak petrolünün IPC (Suriye sınırları ötesine uzanan) vasıtasıyla Akdeniz'e erişimini kesmiş, böylelikle Irak petrolünde günde yarım milyon varilden fazla bir düşüş yaşanmıştır; bu ise günde 17 milyon dolarlık (veya yılda 6 milyar dolar) bir kayba tekabül etmektedir.(10)
 
Kaddam'ın ziyaretinin ardından Tahran 1982 Mart ve Mayıs ayları arasında bir dizi saldırı düzenlemiş, bu durum da Irak ordusunun İran'da işgal ettiği toprakların büyük bir kısmından çıkarılmasıyla sonuçlanmıştır. Bu dönemde Suriye savaş uçakları belli aralıklarla Irak hava sahasını ihlâl ederken, Suriye Irak'la arasındaki sınır hattı boyunca askeri birliklerini konuşlandırmıştır. Söz konusu hareketler, iki cepheli savaş ihtimalini düşünmek zorunda olan, ve İran'ın saldırılarına karşı direnmek için askeri birimlerini savaş alanından uzağa, doğu bölgesine konuşlandırmak zorunda kalan Iraklıların güvenini kırmıştır.(11)
 
İkinci Aşama – İran-Suriye Gücünün Zirvesi ve Sınırları (1982-1985)
İttifakın gelişim sürecindeki ikinci aşama ise, başta Doğu Akdeniz olmak üzere Körfez bölgesinde ortaya çıkan yeni zorlukların üstesinden gelmek için kurulan yakın işbirliği ve yoğun çabalarla öne çıkmaktadır. Bu dönem, bölgedeki Suriye-İran gücünün boyutuyla olduğu kadar, çelişkili bir biçimde, Ortadoğu'daki güçlerin yapılanmasındaki büyük değişimler yüzünden Suriye-İran ekseninde düşüş tohumlarını ekmiş kaçan fırsatlardan biri olarak da nitelendirilebilir. İki müttefik, Irak ordusunun İran topraklarından çıkarılmasının ardından Saddam Hüseyin'e karşı yürüttükleri işbirliğini sürdürmüştür. Bu anlamda, Irak'taki Baas rejimini devirmek girişimiyle İran'ın Temmuz 1982'de Irak'ı işgal ederek Körfez savaşına devam etme kararı bir dönüm noktası olmuştur. Sonraki yıllarda da bu çabalarını sürdürmüş, ancak önemli bir atılımda bulunmamıştır. Dolayısıyla çatışma bir tür yıpratma harbine dönüşmüş ve iş iyice çıkmaza girmiştir.         
 
Fakat bu dönemde Suriye ve İran'ın başlıca işbirliği alanı ve başarısı, Arap-İsrail cephesinde ortaya çıkan yeni sorunlardan dolayı Doğu Akdeniz (Levant) olmuştur. 1982'nin yaz aylarında Lübnan topraklarının İsrail tarafından işgal edilmesini takiben, Tahran bu alanda Arap müttefikine yardım etme konusunda istekli olduğunu belli etmişti. Suriye güçlerinin ani bozgunu ardından akıllı bir strateji uzmanı olan Hafız Esad hem İsrail'in savunmasını zayıflatmak, hem de İsrail ile doğrudan bir askeri çatışma ve gerginliğin artma riskini en aza indirmek için çift taraflı bir yaklaşım planlamıştır. Bu aynı zamanda “kılıç-kalkan” stratejisi olarak da tanımlanabilir. Stratejisinin siyasi temel taşı ise; Suriye'nin uluslararası düzeyde Sovyetler Birliği ile bölgesel düzeyde İran ile yerel düzeyde ise Lübnanlı müttefikleriyle kurduğu özel ilişkilere dayanmaktaydı. Saldırı unsuru olan “kılıç”la, ortak muhalifleri olan Gemayel hükümetine, İsrail'e ve Lübnan'da Çokuluslu Güç'teki ABD'li ve Fransız gruplara karşı terör ve gerilla savaşı ile devirme kampanyası başlatmaları için Lübnanlı Şiiler arasında İran'ın yardımı ve etkisini kullanmak amaçlanıyordu. Öte yandan savunma unsuru olan “kalkan” ise; İsrail tarafından gelecek ilk darbeyi püskürtmek ve İsrail ile stratejik bir denklik sağlayabilmek için Sovyet yardımıyla Suriye'nin konvansiyonel kuvvetlerini yeniden düzenlemek ve genişletmek amacını gütmekteydi. Sonuç itibariyle, 1984-85 yıllarına kadar İsrail'in ve ABD ile Fransız kuvvetlerinin geri çekilmesine yol açan bir dizi yıkıcı saldırı sonucu söz konusu strateji işe yaramış oldu. Bunlar arasında en çok dikkat çekenler şu şekilde sıralanabilir: Eylül 1982'de gerçekleştirilen Lübnan Cumhurbaşkanı Beşir Gemayel suikastı; Kasım 1982'de Tire'deki karargâhlarında İsrail Savunma Gücü'nün (IDF) tahrip edilmesi; Nisan 1983'te ABD Beyrut büyükelçiliğine yönelik saldırı; Ekim 1983'te Çokuluslu Güç'teki ABD Deniz Kuvvetleri ve Fransız Paraşütçü birliklerin kışlalarının bombalanması; Kasım 1983'te Tire'deki IDF karargahlarının devamlı tahrip edilmesi ve Eylül 1984'te ABD büyükelçiliğinin Doğu Beyrut'taki binasına yapılan bombalı saldırı. Bu saldırılar Şubat 1984'te ABD birliklerinin geri çekilmesine, Mart 1984'te İsrail-Lübnan barış anlaşmasının sona ermesine ve İsrailli birliklerin ele geçirdikleri toprakların büyük bir bölümünden Ocak 1985 ile Haziran 1985 tarihleri arasında yavaş yavaş geri çekilmesine yol açmıştır.                            
 
Ama aynı zamanda İran'ın Irak'la olan husumetini sonlandırma konusundaki itirazı ve Körfez çatışmasının devam etmesi Washington ve Riyad tarafından desteklenen Irak-Ürdün-Mısır ekseninin yavaş yavaş ortaya çıkmasıyla sonuçlanan karşı harekatlara ve bölgedeki Suriye-İran gücünün göreli olarak azalmasına yol açmıştır. Saddam Hüseyin'in bozguna uğratılabileceği yönündeki kaygı da ABD ve Irak arasında uzlaşmaya, Reagan yönetiminin Irak'a istihbarat ve askeri olmayan teçhizat tedarik etmesine, ve son olarak Kasım 1984'te Washington ve Bağdat arasında diplomatik ilişkilerin iyileşmesine yol açmıştır. Beraberinde Moskova ve Paris de İran'ın zaferinin önüne geçmek adına Irak'a sağladıkları askeri yardımı arttırmışlardır. Dolayısıyla 1985 yılının bahar aylarına gelindiğinde Suriye-İran gücünün sınır noktasına ulaştığı ve bölgesel ve bölge dışından aktörlerin oluşturduğu güçlü bir koalisyon tarafından frenlendikleri açık ve net bir biçimde ortadaydı.              
 
Üçüncü Aşama – İttifak İçindeki Gerilimler ve İran-Suriye Ekseninin Güçlenmesi (1985-1988)
İttifakın gelişim sürecindeki üçüncü aşama ise ikili ilişkilerdeki en sorunlu dönemi temsil etmektedir ve bu aşama aynı zamanda sağlam bir ortaklığın, bir başka deyişle eksenin uzun vadede kurumsallaşmasının, temellerinin atılmasında oldukça kritik bir öneme sahiptir. İki müttefikin daha önceden işbirliği yaptıkları Levant (Doğru Akdeniz) ve Basra Körfezi konusunda bu dönemde birbirleriyle çatışan gündemler oluşturmuşlardır. Suriye'nin Lübnan iç savaşını (Batılı ve israilli güçlerin geri çekilmelerinin ardından) sonlandırma konusundaki başarısızlığı ve İran'ın Körfez savaşını sürdürmesi Tahran-Şam arasındaki bağlara zarar vermiştir. Buna ek olarak, İsrail tehdidi azalınca iki müttefik Lübnan'da farklı tutumlar benimsemişlerdir. Lübnan'daki hemen hemen her konuda iki müttefik birbirine zıt görüşleri savunmuşlardır. Her iki müttefik de Lübnan'ın siyasi geleceğine ilişkin farklı vizyonlara sahiplerdi. Suriye siyasi düzende reform yaparak kendi etki alanı dahilinde istikrarlı ve laik bir devlet kurmak isterken, İran ise kendi modeline ayna tutan teokratik bir sistem kurma arayışındaydı. Suriye taraftarı laik Emel milis güçlerine zarar veren köktenci İran yanlısı Hizbullah hareketinin aniden yükselişe geçmesi iki grup arasında gerilime ve yinelenen çatışmalara yola açmıştır. Ayrıca Filistin mülteci kamplarının Emel milisleri tarafından kuşatma altında tutulduğu 1985-1987 yılları boyunca Suriye arabuluculuk yapmaya ve barışçıl bir şekilde anlaşmazlığın üstesinden gelmeye çalışan İran'ın korktuğu gibi kararlılıkla vekilini desteklemiştir.                           
 
Aynı zamanda, Körfez'de, İran'ın Irak'a karşı savaşı devam ettirme konusundaki kararlılığı büyük bir kaygı uyandırmış ve bu durum da giderek daha fazla devletin olanca güçleriyle Bağdat'ı desteklemesine yol açmıştır. Tahran giderek yalnızlaştırılınca ve İran'ın zafer beklentileri yok olunca, Esad da çatışmanın devamına ilişkin çelişkili hislere kapılıp müzakere yoluyla uzlaşmaya varmaya yönelmiştir. Bunun dışında Suriye-Ürdün uzlaşması, aralıklarla devam eden Suriye-Irak müzakereleri ve Lübnan'ın kuzeyindeki Trablus şehrinde Suriye ile Şeyh Said Şaban'ın Sunni İslami Birlik Hareketi'nin karşı karşıya gelmesi gibi başka anlaşmazlık alanları da söz konusuydu. Fakat 1985 ve 1988 yılları arasında sürekli görüşmeler yoluyla her iki müttefik de çıkarlarını ön planda tutmayı, farklılıkları ortadan kaldırmayı ve işbirliği parametrelerini yeniden tanımlamayı başararak ittifakın olgunlaşmasını ve güçlenmesini sağlamışlardır. Körfez savaşında durum İran'ın aleyhine gelişince 1980'li yılların sonunda Irak'ın yeniden güçlenmesi, Gorbaçev yıllarında Sovyetlerin Suriye'ye yönelik desteğinin giderek geri çekilmesi, Ortadoğu'daki ABD etkisinin eş zamanlı olarak artması ve iki müttefikin Lübnan'daki durumu istikrara kavuşturmak için işbirliği yapma gerekliliği olarak sayılabilecek tüm bu etkenler iki müttefik arasındaki ilişkinin güçlenmesine yardımcı olmuştur.
 
Dördüncü Aşama – Doğu Akdeniz ve Körfez Bölgesinde Saddam Yönetimindeki Irak'ın Çevrelenmesi (1988-1991)
Dördüncü aşamada, yani Ağustos 1988'deki İran-Irak düşmanlığının sona ermesi ile tam olarak iki yıl sonra Irak'ın Kuveyt'i işgali (Ağustos 1990) arasındaki savaş arası dönemde,  Irak'ın tüm bölgede artan gücü ve kararlılığı sebebiyle Suriye ve İran aralarındaki işbirliğini sürdürmüşlerdir. Saddam Hüseyin dünyada bugüne kadarki en büyük beş ordu teşkilatından birine sahipti, ve tartışmasız Körfez bölgesindeki başat güçtü. Şubat 1989'da Irak, Ürdün, Mısır ve Kuzey Yemen'den oluşan ve kısa sürede parçalanan Arap İşbirliği Konseyi (ACC)'nin kuruluşuyla birlikte 1980'lerde ortaya çıkan karşı eksenin oluşumu sonucunda da ikili işbirliği zorunlu bir hâl almıştır.(12) Asıl sıkıntı ise; Lübnan ordu komutanı General Mişel Aun önderliğindeki Suriye karşıtı isyanın Saddam Hüseyin'e karşı konulmaz bir fırsat sunarak Aun'un güçlerine silah temin edip Suriyeli rakibinin sırtından vurma şansı verdiği Lübnan konusunda yaşanmıştır. Körfez bölgesinde Irak'a karşı meydan okuyacak gücünün olmamasına ek olarak zayıf ve yalnızlaştırılmış olmasına rağmen İran, 1989'da Suriyeliler ve müttefikleri tarafından bozguna uğratılan Aun'a karşı çatışmada Hizbullah ve diğer Lübnanlı grupları seferber ederek Suriye'ye yardım etmiştir. Irak Lübnan'la olan ilişkisinin yanı sıra; Senegal ile çatışma hâlindeki Moritanya'ya yardım ederek, güney Sudan'daki isyanı bastırma çabalarında Hartum hükümetine yardımcı olarak, Kuzey ve Güney Yemen'in bir araya gelmesini teşvik ederek, İran'la barış müzakerelerinde esnek olmayan bir tutum sergileyerek, Ürdün ile ortak askeri tatbikatlar düzenleyerek ve İsrail'i tehdit eden kışkırtıcı açıklamalarda bulunarak aktivist bir politika izlemiştir.(13)
 
1990-1991 Kuveyt krizi sırasında Irak'la 8 yıllık savaştan sonra bitkin düşen İran mücadelenin dışında kalarak tarafsız olmayı seçerken; Suriye ise Saddam Hüseyin'i devirmek, kazananlar tarafında olmanın sunduğu avantajlardan faydalanmak için ve George H. W. Bush'un Arap-İsrail çatışmasını çözeceğine dair verdiği söz sebebiyle ABD'nin başı çektiği koalisyona katılmıştır. İran-Irak arasındaki buzların çözülmesi sebebiyle Tahran ve Şam arasındaki bağın kopmaya başladığı yönünde bazı spekülasyonlar olmasına rağmen bu söylenenler gerçeği yansıtmamıştır. Hatta kriz sırasında Hafız Esad Tahran'a ziyarette bulunmuş ve dini liderden İran'ın tarafsızlığını koruyacağı ve BM'nin Irak'a uyguladığı yaptırımlara sadık kalacağına dair söz almıştır. Her iki taraf da, kendi cumhurbaşkanları ve dışişleri bakanları tarafından yönetilecek Üst Düzey Suriye-İran İşbirliği Komitesi'ni kurarak ittifaklarını pekiştirmek ve kurumsallaştırmak adına bir adım atmışlardır. Bu birimin kuruluş amacı ise; düzenli görüşmeler yoluyla iki taraf arasında daha yakın siyasi, ekonomik ve askeri ilişkiler kurmaktı.              
 
Beşinci Aşama – Soğuk Savaş Sonrası Dönemde İttifak İşbirliği (1991-2003)
Irak'ın 1991 Körfez çatışmasında uğradığı yenilginin ve yine aynı yıl Soğuk Savaş'ın sona ermesinin ardından Suriye ve İran, başlıca dört sebepten ötürü aralarındaki bağları koparmamışlardır. İlk olarak; Sovyetler Birliği'nin yavaş yavaş geri çekilip sonunda dağılmasıyla birlikte ABD'nin bölgede ve dünyanın genelindeki hakim konumunu, ve Ortadoğu'da hızla değişen siyasi durum ile beraberinde getirdiği belirsizlikleri de göz önünde bulundurarak aralarındaki siyasi, askeri ve ekonomik ilişkileri geliştirerek sürdürmeye devam etmişlerdir. İkinci olarak, Şam, Tahran ile aralarındaki bağı Arap-İsrail çatışması ve barış görüşmelerine ilişkin çıkarlarını arttırmak için çok önemli bir araç olarak görmüştür. 1991 ve 2000 yılları arasında Hizbullah'ı etkisi ve kontrolü altına alarak ve güvenlik bölgesi ilan ettikleri güney Lübnan'daki İsrail kuvvetlerine saldırmaları için mücahitleri teşvik ederek Lübnan'daki hedeflerini korumak adına Suriye'nin İran'a ihtiyacı vardı. Ayrıca Golan Tepeleri'ni geri alabilmek için İsrail ve ABD ile barış görüşmelerinde “İran kartını” oynamayı hedefliyordu. Şam Arap-İsrail çatışması ve barış görüşmelerindeki çıkarlarını koruma konusunda Tahran ile aralarındaki bağın son derece önemli bir yeri olduğunu düşünüyordu. Üçüncü olarak; Saddam Hüseyin yönetimde kaldığı sürece, başta İran olmak üzere her iki müttefik de, Irak'ı kontrol altına tutmak adına bu ittifakın sürdürülmesinin şart olduğuna inanıyorlardı. Ve dördüncü olarak ise; 1991'den itibaren her iki müttefik de ülkelerinde balistik füze imalatı yapabilmek için ortak bir program başlatmışlardır. Bu amaç doğrultusunda Rusya, Çin ve Kuzey Kore'den teknoloji transferleri ve yardım sağlama arayışına girmişlerdir. Bu durum büyük oranda, ilk Körfez Savaşı sırasında İran'a karşı, Kuveyt çatışması sırasında da İsrail'e karşı Irak'ın karadan karaya füze kullanarak başarı elde etmesine bağlanabilir. Suriye ise İsrail'in konvansiyonel ve konvansiyonel olmayan silahlar konusundaki ezici üstünlüğünü görünce harekete geçmiştir. Tahran ve Pyongyang Suriye'de, örneğin Hama ve Halep'te, füze üretim tesisleri kurulmasına yardımcı olmuşlardır.(14)
 
Sonunda İsrail'in sürekli olarak güvenlik bölgesini ve Golan Tepeleri'ni işgal etmesinin bedelini ödetmek için Hizbullah'a verilen destek karşılığını çok iyi vermiştir. 1990'lar boyunca Lübnan hareketi tarafından başlatılan ve etkisi giderek artan gerilla kampanyası Mayıs 2000'de İsrail'in Lübnan topraklarından geri çekilmesiyle sonuçlanmıştır. Bu şekilde İsrail, işgal ettiği topraklardan ilk kez herhangi bir antlaşma imzalamadan geri çekilmek zorunda kalmıştır. Bununla beraber 1991 ve 2000 yılları arasında Şam, İsrail'in tanıması ve barış karşılığında Golan Tepeleri'ni geri alma teklifiyle ABD'nin arabuluculuk yaptığı barış müzakerelerinde Tel Aviv ile görüşmelerde bulunmuştur. Ne var ki bu süreç bir sonuç vermemiştir. 1990'ların büyük bir bölümünde Washington ikili bariyer politikası izleyerek İran'ı köşeye sıkıştırmaya ve yalnızlaştırmaya çalışmıştır. Muhammed Khatami'nin yönetime geldiği ilk yıllarda ABD-İran ilişkilerindeki buzların erimesi yönünde beklentiler oluşmasına rağmen, reformcu cumhurbaşkanı yönetimde daha uzlaşmaz unsurları beninseyerek ABD ile herhangi bir uzlaşma şansını yitirince bu beklenti hayal kırıklığıyla sonuçlanmıştır. Belki de 1990'lı yıllarda Suriye-İran politikasının en çok zarara yola açan yanı, her iki devletin de farklı derecelerde Hamas ve İslami Cihad gibi İslamcı hareketlere destek sağlamış olmasıdır. Her ne kadar başlarda Oslo sürecinin olumlu bir sonuç verip vermeyeceği yönünde şüpheler olduysa da, başta İsrailli sivilleri hedef alan saldırılar olmak üzere radikal grupların gerçekleştirdikleri intihar saldırıları, güvenin kırılmasında ve barış görüşmelerinin başarıyla sonuçlanma ihtimalinin yok olmasında büyük bir etken olmuştur.                         
 
Altıncı Aşama –  2003 Irak Savaşı Sonrasında İttifakın Yeniden Dirilişi
Altıncı aşamada, yani ABD'nin Irak'ı ele geçirip işgal etmesinin ardından, iki müttefik arasındaki işbirliği önemli ölçüde artmıştır. Suriye ve İran, Nisan 2003'te Saddam Hüseyin'in ABD güçleri tarafından devrilmesi sonucunda ikilem içinde kalmışlardır. Bir yandan her iki müttefik de uzun süreli düşmanlarının devrilmesinden memnun olmuşlar. Öte yandan ise, askeri zaferin bu denli hızlı bir şekilde elde edilmesi başlarda Bush yönetiminin “terörle mücadele” kapsamında kendilerinin bir sonraki hedef olabilekleri yönünde endişeye yol açmıştır. Ancak Washington'ın ciddi zorluklarla karşı karşıya olduğu ve Irak'ta çıkmaza sürüklendiği anlaşılınca, Tahran ve Şam rahat bir nefes almışlardır. Her iki müttefik de ABD'nin Irak'ta yer edinip burayı İran ve Suriye'ye saldırmak için sıçrama tahtası olarak kullanmasına engel olmak adına birkaç yıl boyunca Irak'taki direnişi desteklemiştir. Tahran, Bağdat'taki yeni hükümetin kendisine düşmanca bir tavır almaması için özellikle Şiiler milisler olmak üzere Irak'taki başlıca siyasi parti ve milis güçleri ile yakın ilişkiler kurmaya çalışmıştır. Şam ise başlarda El Kaide de dahil olmak üzere Arap ve Sünni Müslüman savaşçıların Suriye'den Irak topraklarına geçmelerine yardım etmiştir. Ne Şam ne de Tahran Irak'ın kargaşa veya iç savaşa sürüklenmesini istiyordu, ama 2011'de birliklerini geri çekene kadar Washington bu topraklar üzerindeki askeri varlığını sürdürmeye devam ettiği sürece, iki müttefik ABD güçlerini hareketsiz bırakmak ve üzerlerindeki dikkati başka yöne çevirmek için Irak'taki istikrarsızlık ve belirsizliği belli bir raddede devam ettirmeyi tercih etmişlerdir.
 
Taraflardan biri veya her ikisi tarafından planlanıp planlanmadığına bakmaksızın, 2006'daki Lübnan savaşı konusunda kesin olan bir şey varsa o da şudur: Savaş başlayınca ABD, BM Güvenlik Konseyi'nde bir aydan fazladır süren anlaşmazlığın hızlı bir şekilde sonlandırılmasına engel olmayı uygun bulmuş, bu kararında da İsrail'in Lübnan'a yönelik haftalar süren kara, deniz ve hava saldırılarının Hizbullah'ı güçsüzleştirerek yok parçalamasını ümit ederek hesaplarını ona göre yapmış, ve dolayısıyla da Washington ve Tel Aviv'e karşı bölgesel güç mücadelesinde en önemli kozlarından biri olan Suriye-İran ittifakını çökertmeyi amaçlamıştır. ABD açısından bakıldığında, Tahran'ın nükleer programı konusundaki anlaşmazlık siyasi açıdan Washington'ın lehine olacak şekilde çözüme kavuşturulmasaydı Hizbullah'ın parçalanması İran'a karşı olası bir askeri harekata da zemin hazırlamış olacaktı. Zira İsrail'e karşı olası bir Hizbullah misillemesi, ABD'nin İran ve Suriye'ye karşı askeri harekatı için bir tuzak teli işlevi görmektedir. Çatışma sırasında vakitsiz, fakat çarpıcı bir açıklamayla dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice'ın, “Yeni Ortadoğu'nun doğum sancılarına tanıklık ediyoruz,” ifadesi de kayda değer bir önem taşımaktadır.(15)
 
2006 savaşında kimin zafer elde ettiğine bakılacak olursa, her ne kadar Hizbullah lideri Hasan Nasrallah zaferin kendilerinde olduğunu iddia etse daha genel anlamda bakacak olursak Hizbullah'ın pek de kazanan taraf olmadığını, ama İsrail'in kaybeden taraf olduğunu görmek mümkün. Tel Aviv, çatışmanın başında ele geçirilen iki İsrail askerinin özgür bırakılması ve Hizbullah'ın ortadan kaldırılması da dahil olmak üzere zafer ölçütlerini yüksekte tutmuştur. Ancak bu belirttiği hedeflerden beklenen sonuç elde edilememiştir. Hizbullah güçsüz bırakılmış olsa da başta elektronik savaş (ES) alanında olmak üzere mücadele sırasında ve çatışmanın hemen ardından ise toparlanma, güçlenme ve yeniden yapılanma çabalarıyla müthiş bir beceri ve direnç göstermişlerdir. Şunun da altını çizmek gerekir ki, bir ay süren savaş sonrasında Hizbullah Arap-Müslüman dünyasındaki kitleler arasında büyük bir ün ve destek kazanmışlardır. Bunun ardından Temmuz 2008'de, beş Lübnanlı tutsak (en çok öne çıkan Semir Kantar) ve 199 Lübanlı militanın cesetleri karşılığında iki İsrailli askerin cesetlerini takas ettiğinde de Hizbullah önemli bir sembolik zafer elde etmiştir.               
 
Başbakan Saad Hariri, 2005 yılında gerçekleştirilen Refik Hariri suikasti davasına bakan Birleşmiş Milletler (BM) Lübnan Özel Mahkemesi ile işbirliğini sona erdirmeyi reddedince, Ocak 2011'de Hizbullah Hariri hükümetini devirmek için plan yapmıştır. Bunun akabinde Ağustos 2011'de, BM mahkemesinin Lübnan eski başbakanı cinayetinde grubun dört üyesini de suçlu bulması ve haklarında tutuklama kararı çıkarmasını da kınamıştır. Suriye'deki ayaklanma başladığından beri Hizbullah'ın Esad rejimine verdiği destekle birlikte bu olaylar Lübnan'daki durumda kutuplaşmaya yol açmıştır. Hizbullah kendini Lübnan'da ve ülke dışında giderek savunmaya çekilmiş ve izole edilmiş hâlde bulsa da, hâlâ Suriye ve İran'ın desteğini almakta ve ülke içinde de hafife alınmaması gereken bir güç olmayı sürdürmektedir. Artan gerginliklerin ve Suriye krizinin Lübnan'a taşmasının doğrudan bir çatışmaya yol açacağı ve ülkeyi yeni bir iç savaşa sürükleyeceği konusunda da endişeler söz konusudur.                 
 
Yedinci Aşama –  Suriye Ayaklanması ve İran'ın Sürece Katılımı  (2011-Günümüz)
İsyan dalgası ilk olarak Tunus'ta 2010-2011 kış aylarında ortaya çıktığında ve komşu Arap ülkelerine yayılmaya başladığında Tahran gösterileri desteklediğini açıklamış, bu durum da büyük oranda muhafazakâr Batı yanlısı rejimlerin otoritelerine tehdit oluşturmuştur. Muhalefet hareketlerini İslamcı olarak resmeden İran yönetimi büyük bir güvenle Arap Baharı'nın, İslamcı hükümetlerin otoriter rejimlerin yerine geçeceği Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da yeni bir pan-İslamcı çağın habercisi olduğunu açıklamıştır. Tahran'a göre nihayet olayların akışı Batı ve bölgedeki müttefikleri aleyhine yön değiştirmişti. Tarih İran ve destekçilerinin yüzüne gülüyordu.            
 
Ne var ki her şey Suriye'de protesto gösterilerinin baş göstermesiyle birlikte değişti ve gelişmeler İran'ı hazırlıksız yakalayıp son derece zor bir duruma soktu. Tahran'ın seçme şansı yoktu, birbirinden beter iki seçenekle karşı karşıyaydı: En değerli ve uzun süreli Arap müttefikini destekleyecek olsa Arap-Müslüman dünyasındaki kitleler tarafından ikiyüzlü ve fırsatçı olarak görülecekti. Öte yandan hiçbir şey yapmayıp Esad rejimini desteklemeyecek olsa bu sefer de Şam'da yeni bir hükümet iktidara gelirse Tahran'la yakın ilişkiler kuracağına dair bir garanti yoktu. Şartları hesaba kattığında, İran Suriye rejimini var gücüyle desteklemeyi seçmiştir. Bu karar Ortadoğu'daki imajını zedelemekle kalmamış, aynı zamanda Suriye hükümetini destekleyen Lübnanlı müttefiki Hizbullah'ın imajını da sarsmıştır. Tahran ve Filistin İslamcı Hareketi Hamas arasındaki ilişkiler Hamas'ın Suriye ayaklanmalarına desteğini açıkladığından beri gerilmiştir.                
 
Başlangıçta Tahran Baasçı rejime yardım ederek Şam'ın kısa sürede krizden çıkmasını ummuştur. Dolayısıyla İran, muhalefeti etkisiz hâle getirmesi için teknik destek ve eğitim sunarak Esad'ın muhalefeti bastırma çabalarına destek olmuştur. İranlılar, Suriyeli güvenlik güçlerine, ayaklanmaları kontrol altına almaları ve püskürtmeleri için tavsiyelerde bulunup teçhizat sağlamışlardır. Buna ek olarak muhalefetin internet ve cep telefonu şebekelerini nasıl kontrol altına alacağını ve engelleyeceğini göstererek yardımda bulunmuştur. Haziran 2009'da düzenlenen tartışmalı İran cumhurbaşkanlığı seçimlerini takiben Cumhurbaşkanı Mahmut Ahmedinejad'ın muhaliflerine karşı gerçekleştirilen şiddetli baskıdan beri İran'ın güvenlik güçleri bu bakımdan birçok deneyim ve bilgi edinmişlerdir. İran'ın özel ve elit askeri birliği olan İslam Devrimi Muhafızları Kudüs Gücü birliğinin de içinde bulunduğu İran güvenlik yapısındaki uzman personel ve birimler ile birlikte polis ve istihbarat da, Özgür Suriye Ordusu ve dışardan gelen Sunni İslamcı gruplardaki silahlı muhalefet birliklerini bozguna uğratmalarına yardım etmeleri için Suriye'ye gönderilmiş ve buraya konuşlandırılmışlardır.(16) Ne var ki, muhalefet kaynaklarının iddia ettiğiklerinin aksine sayıları binlerce değil, kısıtlıydı.
 
2011 yılının yaz aylarına gelindiğinde Suriye'deki çatışma sonu görülmeyen sürüncemeli bir boyuta ulaşınca, İran yönetimi, yanlış tarafta olabileceğine dair şüphe duymaya başlamış ve izlediği politikanın doğruluğu konusunda kuşkuları artmıştır. Tahran başarısızlık ihtimalini en aza indirgemek adına İran, İsrail, Lübnan ve ABD'ye ilişkin çeşitli meselelerdeki tutumlarını değerlendirmek için bazı Suriyeli muhalif gruplarla görüşmelerde bulunmuştur. Fakat görünüşe bakılırsa bu ve beraberindeki girişimlerden kayda değer bir sonuç çıkmamıştır.           
 
Suriye krizi 2011 yılının sonbahar ve kış aylarında da son bulmayınca, giderek hem bölgesel hem de uluslararası bir boyut kazanmaya başladı. Gerek bölgesel gerek uluslararası aktörlerin de dahil olduğu bir dolaylı savaş ortaya çıkmaya başladı. Türkiye, Suudi Arabistan ve diğer Körfez Arap ülkeleri Suriye muhalefetine malzeme yardımı ve mali destek sağlamaya başladılar. Sonuç olarak İran, Hizbullah ve bir ölçüde Irak da Esad rejimine tam destek sağlamak zorunda hissettiler. Uluslararası düzeyde ise ABD ile Avrupa Birliği Şam'a baskı uygulamak ve yalnızlaştırmak için güçlerini birleştirmişlerdir. BM Güvenlik Konseyi'nde de Rusya ve Çin Batı'nın Suriye'yi cezalandırma çabalarına sürekli karşı çıkmışlar ve Suriye muhalefetinin desteğiyle askeri bir dış müdahaleye zemin hazırlayabilecek her türlü adımı engellemişlerdir.             
 
İran ve müttefikleri Suriye'deki durumu gitgide birinin kazanıp ötekinin kaybettiği bir durum olarak görmeye başlamış ve buradan hareketle Suriye'deki Baas rejiminin ekarte edilmesi sonucunda gelecek yeni rejimin Tahran'a karşı bir tutum benimseyebileceği endişesine kapılmıştır. Nihayetinde İran yönetimi silah, petrol ve mali yardımlarda bulunarak Esad'a tam destek sağlama konusunda stratejik bir karar almıştı.(17)
 
Yakın zaman önce 2012'de Birleşmiş Milletler ve Arap Birliği, arabuluculuk yapmaları ve Suriye çatışmasını çözüme kavuşturmaları için Kofi Annan ve daha sonra Lakhdar Brahimi'yi Suriye özel temsilcisi olarak atadıklarında, İran bu adımları olumlu karşılamıştır. Tahran, mevcut krizin sona erdirilmesini amaçlayan çok taraflı girişimlerin bir parçası olmak ve Suriye'deki siyasi duruma ilişkin belirleyici bir rol üstlenmek istemektedir. Eylül 2012'de Mısır, Türkiye ve Suudi Arabistan ile dörtlü görüşmelerde bulunmasına rağmen, ABD ve müttefikleri İran'ı anlaşma yoluyla feshin dışında tutmaya kararlı gibi görünmektedirler.           
 
Sonuç
 
Görünen o ki, söz konusu kriz otuz üç yıllık Suriye-İran ittifakının karşı karşıya geldiği en büyük tehdittir. Esad hükümeti devrilecek olursa, bu durum İran için büyük bir başarısızlığı temsil edecektir. Hatta bu durum, dini rejimin Irak'la savaşa son vermek ve barış istemek zorunda kaldığı 1988 yılından beri yaşadığı en önemli kayıp olacaktır. Genel anlamda, böyle bir şey yaşanacak olursa 1979 yılında kuruluşundan beri İslam Cumhuriyeti'nin bölgesel düzeyde yaşadığı en büyük kayıp olacağı da öne sürülebilir. Bu durum aynı zamanda özellikle İslam Cumhuriyeti'nin ideolojik ve dış politika hedefleri için de büyük bir darbe olacaktır. Suriye İran'ın tek güvenilir Arap destekçisi olmuştur. Ayrıca İran'ın Lübnan'daki Hizbullah'a silah sevkiyatları ve malzeme desteğinin gönderildiği başlıca kanal görevi üstlenmeye de devam etmektedir. 2006 Lübnan çatışması sona erdiğinden beri, Şam ve Tahran yaklaşık 40,000 roket ve füze tedarik ederek Hizbullah'ı muazzam bir cephanelik hâline getirmişlerdir.(18) Esad rejiminin devrilmesi bölgesel durumu bir gecede değiştirebilir. Bu durumda İran sadece en önemli Arap müttefikini kaybetmiş olmayacak, aynı zamanda Hizbullah'a destek sağlama, Lübnan'daki ve Arap-İsrail bölgesindeki duruma etki etme gücü de ciddi biçimde kısıtlanacaktır. İran için en kötü senaryo ise, Suriye'deki Baas rejiminin devrilip yerine tamamen İran karşıtı ve Şii karşıtı olan ve Tahran'ın bölgesel rakibi Suudi Arabistan ile yakın ittifak kuracak köktenci bir Sünni rejimin gelmesi olacaktır.         
 
Sonuç olarak, Tahran, Beşar Esad'ın devrilmemesini mümkün kılmak için elinden ne geliyorsa yapacaktır. Suriye-İran ittifakının kritik bir dönemeçte olduğu tartışmasız bir gerçek. Yine de şunun altını çizmek gerekir ki; Tahran-Şam arasındaki bağ daha ne kadar uzun sürecek olursa olsun, söz konusu ittifakın Ortadoğu siyaseti üzerindeki son otuz yıllık etkisi kaydadeğer bir önem taşımaktadır. Hiç kuşkusuz bu ittifak modern Ortadoğu'nun siyasi durumuna damgasını vurmuştur.         
 
Dipnotlar
 
(1) Yair Hirschfeld, “The Odd Couple: Ba’thist Syria and Khomeini’s Iran,” in Syria Under Assad: Domestic Constraints and Regional Risks, ed. Avner Yaniv ve Moshe Ma’oz (New York: St. Martin’s Press, 1986), sy. 105 ve Shireen T. Hunter, “Syrian-Iranian Relations: An Alliance of Convenience or More?” Middle East Insight, June/July 1985, sy. 30-31.
(2) Hirschfeld, sy. 105.
(3) Herbert S. Dinerstein, “The Transformation of Alliance Systems,” American Political Science Review, 59, No. 3 (1965), sy. 599.
(4) George Liska, Nations in Alliance: The Limits of Interdependence (Baltimore: Johns Hopkins University Press, 1962), sy. 39-40, ve Stephen M. Walt, “Why Alliances Endure or Collapse,” Survival, 39, No. 1 (1997), sy. 159.
(5) Liska, sy. 62, 69. Liska, üyeler arasında dayanışma ve eşitliği güçlendirdiği için bu göürşmelerin ittifak dayanışmasını arttırdığını savunmaktadır.
(6) a.g.e., sy. 82.
(7) Stephen M. Walt, The Origins of Alliances (Ithaca, New York: Cornell University Press, 1987), sy. 35-36, 206-212 and “Why Alliances Endure or Collapse,” sy. 163.
(8) Bkz. Martin Kramer, “Syria’s Alawis and Shi’ism,” in Shi’ism, Resistance, and Revolution, ed. Martin Kramer (Boulder, Colorado: Westview Press, 1987), sy.. 237-254.
(9) Patrick Seale, Asad: The Struggle for the Middle East (Berkeley: University of California Press, 1989), sy. 357.
(10) Shahram Chubin and Charles Tripp, Iran and Iraq at War (Boulder, Colorado: Westview Press, 1988), sy. 180 ve Hirschfeld, sy.. 107-108.
(11) Shahram Chubin and Charles Tripp, Iran and Iraq at War (Boulder, Colorado: Westview Press, 1988), sy. 180 ve Hirschfeld, sy. 107-108.
(12) ACC'nin daha detaylı bir analizi için, bkz. Curtis R. Ryan, “Jordan and the Rise and Fall of the Arab Cooperation Council,” Middle East Journal, 52, No. 3 (1998), sy. 386-401.
(13) Joe Stork ve Ann Lesch, “Background to the Crisis: Why War?” in The Persian Gulf War: Views from the Social and Behavioral Sciences, ed. Herbert H. Blumberg and Christopher C. French (Lanham, Maryland: University Press of America, 1994), sy. 21 and Amatzia Baram, “Calculation and Miscalculation in Baghdad,” in International Perspectives on the Gulf Conflict 1990-91, ed. Alex Danchev and Dan Keohane (Basingstoke, England: Macmillan Press Ltd, 1994), sy. 26.
(14) Bkz. Middle East Contemporary Survey 1991, sy. 684, ve The Times, 12 Kasım 1993.
(15) Rami G. Khouri, “New Rules for the Middle East,” The New York Times, 26 Mayıs 2008.
(16) Detaylar için, bkz. David W. Lesch, Syria: The Fall of the House of Assad (New Haven, Connecticut: Yale University Press), sy. 128, Ian Black, “Iran Confirms It Has Forces in Syria and Will Take Military Action If Pushed,” The Guardian, 16 Eylül 2012, and Con Coughlin, “Iran Sends Elite Troops to Aid Bashar al-Assad Regime in Syria,” The Daily Telegraph, 6 Eylül 2012.
(17) Bkz. The Daily Telegraph, 16 Mayıs 2012, ve Lina Saigol, “Iran Helps Syria Defy Oil Embargo,” The Financial Times, 18 Mayıs 2012.
(18) İran'ın Suriye'ye desteğine ilişkin detaylar için, bkz. “Three-Way Bet: Hizbullah’s Strategic Dilemma in Lebanon,” Jane’s Intelligence Review, November 2011, sy. 30.
 
Bibliyografi
 
“Three-Way Bet: Hizbullah’s Strategic Dilemma in Lebanon,” Jane’s Intelligence Review, Kasım 2011.
 
Baram, Amatzia, “Calculation and Miscalculation in Baghdad,” in International Perspectives on the Gulf Conflict 1990-91, ed. Alex Danchev and Dan Keohane (Basingstoke, England: Macmillan Press Ltd, 1994)..
 
Black, Ian, “Iran Confirms It Has Forces in Syria and Will Take Military Action If Pushed”, The Guardian, 16 Eylül 2012.
 
Chubin, Shahram and Charles Tripp, Iran and Iraq at War (Boulder, Colorado: Westview Press, 1988).
 
Coughlin, Con, “Iran Sends Elite Troops to Aid Bashar al-Assad Regime in Syria”, The Daily Telegraph, 6 Eylül 2012.
 
Dinerstein, Herbert S., “The Transformation of Alliance Systems,” American Political Science Review, 59, No. 3, 1965.
 
Hirschfeld, Yair, “The Odd Couple: Ba’thist Syria and Khomeini’s Iran,” in Syria Under Assad: Domestic Constraints and Regional Risks, ed. Avner Yaniv and Moshe Ma’oz (New York: St. Martin’s Press, 1986).
 
Hunter, Shireen T., “Syrian-Iranian Relations: An Alliance of Convenience or More?” Middle East Insight, Haziran/Temmuz 1985.
 
Khouri, Rami G., “New Rules for the Middle East”, The New York Times, 26 Mayıs 2008.
 
Kramer, Martini “Syria’s Alawis and Shi’ism,” in Shi’ism, Resistance, and Revolution, ed. Martin Kramer (Boulder, Colorado: Westview Press, 1987), sy. 237-254.
 
Lesch, David W., Syria: The Fall of the House of Assad (New Haven, Connecticut: Yale University Press).
 
Liska