Suriye’de ABD-Rusya Uzlaşısı

Küresel güç mücadelesinde yeniden konumlanma arayışında olan ABD, dış politika önceliklerini gözden geçirmektedir. Bu kapsamda ABD dış politikasında Asya-Pasifik bölgesi öne çıkarken Ortadoğu kademeli olarak geri plana düşmeye başlamıştır. Washington yönetiminin Afganistan’daki bütün askerî varlığını çekme kararı almasının ardından Irak’taki muharip unsurlarını çekme konusunda Bağdat yönetimiyle anlaşmaya varması, ABD’nin dış politikasındaki bu değişimin en somut örneklerini oluşturmaktadır. Özellikle Arap Ayaklanmalarından itibaren ABD’nin Ortadoğu’da izlediği dış politikanın önceki dönemlere oranla daha “pasif” bir eksende ilerlediği ve bununla doğru orantılı olarak Ortadoğu’da zemin kaybetmeye başladığı söylenebilir. Libya, Yemen ve en önemlisi de Suriye krizine karşı Beyaz Saray’ın politikalarındaki bazı belirsizlikler ve bu krizlerin çözümüne yönelik ortaya konan görece etkisiz stratejiler, Washington yönetiminin Ortadoğu’daki gücünün sorgulanmasını beraberinde getirmiştir. ABD’nin dış politikasındaki bu değişimin bir tercih mi yoksa zorunluluk mu olduğu tartışmaya açık olsa da Ortadoğu’daki imajının önemli ölçüde sarsıldığı ve Rusya başta olmak üzere bazı bölgesel güçlerin bu durumu kendi çıkarları doğrultusunda kullanma çabası içine girdiği söylenebilir. Bu noktada, Suriye’de on yılı aşkın süredir devam eden krizde ABD’nin giderek zayıflayan rolünün Rusya tarafından son derece etkili yöntemlerle avantaja çevrilmeye çalışıldığı ve bölgesel güçlerin yanında yerel unsurların da ABD’nin Suriye’deki varlığını sorgulamaya başladığı bir süreç yaşanmaktadır. Suriye özelinde devam eden bu süreci, ABD’nin Suriye’deki varlığı ile ilgili tartışmalardan ve son dönemde yaşanan ABD-Rusya yakınlaşmasından bağımsız olarak ele almak pek mümkün değildir.

Eski ABD Başkanı Donald Trump’ın Suriye’deki Amerikan askerî birliklerini geri çekme girişimleri, 19 Aralık 2018’de IŞİD’e karşı savaşın bittiğini ilan etmesinden sonra hız kazanmıştır. Ekim 2019’da Türkiye tarafından Fırat’ın doğusunda başlatılan Barış Pınarı Harekâtı sırasında ise 50 ABD askerinin Türkiye sınırından çekilmesiyle Trump’ın bu girişimleri somut adımlara dönüşmeye başlamıştır. Fakat o dönemde Demokrat Senatörler başta olmak üzere bazı Cumhuriyetçilerden de Trump yönetiminin bu kararına karşı sert eleştiriler gelmiştir. Bu eleştiriler daha çok IŞİD’in tamamen yok edilemediği ve SDG’nin Suriye’de yalnızlaştırıldığı noktalarında toplanmıştır. Eleştirilere yanıt olarak Trump, Kasım 2019’da Suriye’nin doğusundaki petrol sahalarının korunması için askerî misyona onay vererek Suriye’de belli sayıda ABD askerinin kalacağının sinyalini vermiş, askerlerin misyonunun ise petrolü korumak olduğunun altını çizmiştir. Nitekim Ocak 2020’de Wisconsin eyaletinde yaptığı konuşmada Trump, ABD askerlerinin Suriye’deki varlığının gerekçesini, “İnsanlar bana ‘neden Suriye’de kalıyorsunuz’ diye soruyor. Çünkü oradaki petrolü tuttum” şeklinde açıklamıştır. Sadece Suriye’de değil Irak’ta yapılması gerekenin de bu olduğunu ifade eden Trump, ABD’ye ekonomik çıkar sağlamayacak askerî müdahaleleri ABD’nin sırtında bir yük olarak tanımlamış ve Ortadoğu’ya dönük dış politikasını kısa vadede sonuç verebilecek pragmatik temeller üzerine inşa etmeye çalışmıştır.

Trump dönemi ABD’nin Ortadoğu ve özellikle de Suriye dış politikası Demokratlar tarafından ağır bir şekilde eleştirilse de Joe Biden’ın ABD Başkanı olarak göreve gelmesiyle Beyaz Saray’ın Suriye politikasında belirgin bir değişiklik meydana gelmemiştir. Diğer bir ifadeyle, Ortadoğu’daki Amerikan askerlerinin çekilmesi noktasında somut adımlar atan Biden yönetimi, büyük oranda Trump dönemi söylemlerine paralel bir politika izlemiştir. Afganistan ve Irak başta olmak üzere ABD’nin Ortadoğu’daki askerî varlığı azalma eğilimindeyken Suriye’de benzer bir senaryonun henüz tam anlamıyla yaşanmıyor olması, Suriye’nin bu eğilimin dışında kaldığı anlamını taşımamaktadır. Öyle ki Suriye’deki Amerikan askerleri bu bölgede kalmaya devam etse de ABD’nin Suriye’deki etki alanın daralmaya başladığı bir sürece girildiği söylenebilir. Kaldı ki ABD’nin bu bölgede kalıcı olmayacağı ihtimalini güçlendiren birçok gelişme yaşanmaktadır.

Washington yönetimi, Suriye’deki bazı sorumluluklarını Rusya ile paylaşarak iki ülke için ortak bir yol izlenmesi noktasında birtakım adımlar atmıştır. Bu noktada Biden yönetimi, Trump döneminde ABD’li petrol şirketi Delta Crescent Energy ile SDG arasında hukuk dışı olarak imzalanan petrol anlaşmasını, söz konusu şirketin yaptırım muafiyetini uzatmayarak bir tür geçersiz hâle getirmiştir. Petrol şirketine daha önce tanınan bu hukuk dışı yaptırım muafiyeti, Rusya’nın Washington yönetimini en çok eleştirdiği konulardan birisi durumundaydı. Bu konuda geri adım atan Beyaz Saray, Moskova yönetimiyle Suriye konusunda ortak bir zemin yakalamıştır. BM yardımlarının İdlib başta olmak üzere bölgedeki sivillere ulaştığı Babülhava Sınır Kapısı’nın bir yıl daha açık kalması konusunda BMGK’da fikir birliği sağlanması ve her iki ülke diplomatları tarafından bu gelişmenin memnuniyetle karşılandığı noktasında açıklamalar yapılması da Suriye’deki Rusya-ABD yakınlaşmasının bir diğer somut gelişmesi olarak nitelendirilebilir.

Washington-Moskova arasındaki Suriye ile ilgili ortak karar alma mekanizmalarının özellikle 16 Haziran 2021’de iki ülke liderlerinin Cenevre’de bir araya gelmesi sonrasında hız kazandığı söylenebilir. ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken başkanlığında 28 Haziran’da Roma’da düzenlenen Suriye konulu toplantı ise ABD-Rusya yakınlaşmasını daha ileri seviyeye taşımıştır. Suriye ile ilgili teknik konularda mesafe alınabilmesi için Roma’daki toplantıdan hemen sonra ABD’nin Ulusal Güvenlik Konseyi Ortadoğu Koordinatörü Brett McGurk, Cenevre’ye giderek Putin’in Şam’dan henüz dönen Suriye Özel Temsilcisi Aleksandr Lavrentiyev ile görüşmüştür. Bu süreç sonrasında ABD’nin rejime karşı sert söylemlerinde yumuşamalar görülmüş hatta 28 Temmuz 2021 tarihli ABD’nin Suriye ile ilgili yaptırım listesine sadece rejime yakın isimler değil, Ahrar uş-Şarkiye ve HTŞ gibi grupların bazı üyeleri de dâhil edilmiştir. Bu durum, ABD’nin SDG ve Suriye Kürt Ulusal Konseyi arasındaki görüşmeleri desteklediği yönündeki iddialar kadar Kürtler ile rejim arasındaki görüşmeleri desteklediği iddialarını da güçlendirmiştir.

ABD-Rusya yakınlaşmasının Fırat’ın doğusundaki durumdan ve YPG’den bağımsız bir zeminde ilerlediğini söylemek mümkün değildir. İki gücün bazı konularda ortak paydada buluşabiliyor olması en çok da YPG’nin bölgedeki çıkarları ile örtüşmektedir. ABD’nin Suriye’deki en güçlü yerel müttefiki olan YPG; Rusya ile de eskiye dayanan, güçlü ilişkilere sahiptir. İki ülke arasındaki yakınlaşma YPG’nin Suriye’de özerklik kazanma beklentilerine ulaşması için son derece kritiktir. Dolayısıyla ABD’nin rıza göstermesiyle Rusya liderliğinde rejim ve YPG’nin anlaşabileceği bir zeminin hazırlanmakta olduğu ifade edilebilir. Bu durum, ABD’nin önce Afganistan’da, sonrasında kısmi bir şekilde Irak’ta olduğu gibi Suriye’den de çekilme ihtimaline karşı yerel müttefiki YPG’nin geleceğini garanti altına alma stratejisi olarak okunabilir. ABD’nin Suriye’den çekilme ihtimalini değerlendiren Lavrentiyev, 9 Temmuz 2021’de Rus haber ajansı TASS’a yaptığı açıklamada ABD’nin Suriye’deki varlığının gerekçesinin IŞİD’e karşı mücadele olduğunu ve Amerikan askerlerinin Suriye’den her an çekilebileceğini ifade etmiştir. ABD’nin Suriye’den tamamen çekilmesinin SDG ile Şam yönetimi arasındaki diyaloğu güçlendireceğini ve bundan hareketle taraflar arasında ortak çözüme ulaşılabileceğini belirtmiştir.

Lavrentiyev’in sözlerinin Biden-Putin zirvesi sonrasındaki Roma ve Cenevre görüşmelerinden sonra gelmesi, bu ifadelerin dayanaksız olmadığı ihtimalini güçlendirmektedir. Suriye özelinde gelişen söz konusu diplomatik girişimlerin, Afganistan’dan çekilme kararı sonrası gelmesi ve Irak’ta da benzer senaryonun devreye girmesi ile yakından ilgili olduğunu belirtmek gerekir. Nitekim, Ortadoğu’daki güçlerini kademeli olarak Asya Pasifik yönüne kaydırma sürecinde olan ABD’nin Suriye ile ilgili benzer bir inisiyatif alması şaşırtıcı değildir. Şaşırtıcı olan, ABD’nin bu çekilme sürecine NATO müttefiki Türkiye ile sarsılan ikili ilişkilerini tamir ederek girmek yerine elde ettiği kazanımları Rusya’nın inisiyatifine bırakmayı tercih etme eğiliminde olmasıdır.