“Yüzyılın Planı”nda Son Süreç: İsrail’in İlhak Girişimleri ve Tepkiler

“Yüzyılın Plan”ı olarak tanımlanan ve İsrail-Filistin çatışmasına yönelik tasarlanan ABD merkezli önerinin ekonomik aşaması Bahreyn’in başkenti Manama’da Haziran 2019’da ve tüm hatları ile 28 Ocak 2020’de Beyaz Saray’da Binyamin Netanyahu ve Donald Trump tarafından açıklanmıştır. İsrail Başbakanı İzak Rabin ve Filistin Devlet Bşkanı Yaser Arafat tarafından 1993-1995 arasında yürütülen ve çeşitli anlaşmalar ile sonuçlanan Oslo sürecini ve geçmişte Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin aldığı ve İsrail’i Batı Şeria ve Golan tepeleri gibi işgal altından tuttuğu bölgelerden çekilmesini talep eden uluslararası bağlayıcı kararları hiçe sayan bu plan neticesinde İsrail’in işgal altındaki topraklardaki hukuksuz varlığına meşruiyet kazandırılmaya çalışılmaktadır. Oslo sözleşmelerine göre zaman içerisinde bağımsızlığı tescillenecek olan Filistin Devleti’ne ait Batı Şeria bölgesi A, B ve C alanları olmak üzere üçe ayrılmaktaydı. A alanı Filistin’in tam kontrolüne bırakılırken, B bölgesi Filistin idaresi ve İsrail güvenlik kontrolüne ve Batı Şeria bölgesinin yaklaşık %60’ına denk gelen C bölgesi ise tamamı ile İsrail kontrolüne bırakılmaktaydı. Asıl olarak 1993 Oslo Anlaşmasında şekillendirilen bu bölgelerin anlaşmadaki yükümlülüklerin karşılıklı yerine getirilmesi ile tamamı ile Filistin kontrolüne bırakılması ve tarihi Filistin’in yaklaşık %22’sine denk gelen ve Batı Şeria ile Gazze temelli bir Filistin devleti oluşturulması planlanmaktaydı.

Bu noktada İsrail’in işgal altında tuttuğu Batı Şeria bölgesindeki bazı alanları ilhak etme açıklaması bahsedilen tüm anlaşmalara aykırı olduğu gibi Yüzyılın Planı’nın İsrail’i bu şekilde bir teşebbüse yöneltme de etkili olduğu belirtilmelidir. Kudüs’ün bir bütün olarak İsrail’e önerildiği,  Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkı ile ilgili herhangi bir şey söylemeyen ve işgal altındaki Batı Şeria’daki ilhak girişimini destekleyen bu planın barış anlaşmasından ziyade zorlama meselesi olduğu aşikardır. Doğu Kudüs’ün kuzeyinde Ebu Dis ve birkaç mahalleden oluşan bir bölgeyi Filistin’in başkenti olarak tanımlayan, parçalı ve toprak bütünlüğü olmayan Filistin devleti önerisi yapan ve bu öneriyi de çeşitli şartlara bağlayan Yüzyılın Planı’nın uzun yıllar süren tarihi Filistin’in Filistinsizleştirilmesi ve İsrail yayılmacılığının onaylanması şeklinde tasarlandığı anlaşılmaktadır. Mescid-i Aksa’yı İsrail kontrolündeki turistlik bölge şeklinde kabul eden bu planın öne sürdüğü şartlardan bazıları ise Hamas’ın silahsızlandırılması ve mültecilerin geri dönüş hakkının reddedilmesi şeklindedir. Filistin yönetiminin uyması beklenen bu şartlar karşılığında ise İsrail’in herhangi bir yükümlülüğü bulunmamakta ve sadece yeni “haklara” sahip olmaktadır. Dolayısı ile masada Filistinli herhangi bir tarafın bulunmadığı ve Trump’ın “son ve tarihi şans” olarak değerlendirdiği bu anlaşma, İsrail’e herhangi bir gelişmeyi beklemeden işgal altındaki Batı Şeria’yı ilhak hakkı tanımaktadır.

Filistin halkının maruz kaldığı bu zulümden ABD’yi sorumlu tutan Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ise BMGK 242 sayılı karara gönderme yaparak 1967 sınırları çerçevesinde başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız Filistin devleti vurgusu yapmıştır. Dahası Abbas, ABD ve İsrail ile olan tüm anlaşmaları askıya alabileceğini açıklamıştır. İsrail’in Batı Şeria bölgesinin yaklaşık %30’luk kısmına denk gelen ve Filistin’in toprak ve idari bütünlüğünü sağlamada hayati olan işgal altındaki Batı Şeria bölgelerini ilhak etmesi halinde Oslo anlaşmalarının bir anlamı kalmayacağını açıklayan Abbas, bu bölgedeki İsraillilerinin güvenlikleri konusunda verdikleri garantilerin de yürürlükten kalkacağına dikkat çekmiştir. Bilindiği gibi esas olarak Oslo Anlaşmalarındaki C bölgesini oluşturan ve esas olarak Haziran 1967 savaşından sonra İsrail tarafından işgali sürdürülen bölgelere denk gelen ilhak meselesindeki bu bölgeler Filistin’in hem su ihtiyacını ve hem de güvenli yiyecek teminini sağlamada önemli stratejik bir alandır. Dolayısı ile İsrail’in buradaki işgalini güçlendirmesi amacı doğrultusunda bu bölgede yoğun illegal bir yerleşim politikası uyguladığı bilinmektedir. Post-kolonyal bir işgal sürecini andıran bu gelişmeler sonrasında Ürdün Vadisi olarak bilinen ve Şeria Nehri ile beslenen verimli topraklarda İsrail’in gün geçtikçe artan illegal bir kontrolü söz konusudur. Bu bölgenin aynı zamanda Batı Şeria’nın doğusundaki dağları kuzeydeki Taberiye gölünü ve güneydeki ölü denizi birleştirmesi meselenin boyutlarını ve ortaya çıkan itirazları daha rahat anlamamızı sağlamaktadır.

Her ne kadar bazı yorumlar Abbas’ın tehditlerinde ciddi olmadığını ve bu tür tehditleri daha önce de yaptığını öne sürse de İsrail’in Temmuz başında planladığı ve ABD tarafından desteklenen olası ilhak girişiminin Filistin devletinin bütüncül siyasi-askeri varlık olmasına hayati bir darbe vuracağı açıktır. Dolayısı ile bahsi geçen tehditlerin bu defa samimi olma ihtimali daha yüksek gözükmekte ve bu durumun Filistin-İsrail arasındaki çatışmaları yoğunlaştırabileceği belirtilmektedir. Bilindiği üzere Netanyahu’nun bu politikasını uzun yıllardır barış görüşmelerinin bir yere gitmediğini savunan ve dolayısı ile ideolojik-dini gerekçelerle İsrail’in bahsi geçen topraklarda kontrolü sağlamasını öneren pek çok aşırı sağ kanat İsrail’de mevcuttur. Bu kanatlarla uzun yıllardır ittifak ilişkisinde bulunan Netanyahu’nun da bu yönde politikalar izlediği bilinmektedir. Meselenin küresel boyutunda ise bu girişimin halihazırda iç siyasi-ekonomik problemler yaşayan ve Yahudi diasporasının desteğini kaybetmek istemeyen Trump yönetimininim bulunduğu ortadadır. Dahası ABD’deki Evangelist Hristiyanların da bu yöndeki politikaları desteklediği belirtilmektedir. Söz konusu küresel ve ulusal duruma mevcut bölgesel bağlamı da eklediğimizde uzun zamandır süregiden İsrail’in kontrolsüz ve illegal yayılmacılığını anlamak daha mümkün hale gelmektedir. Diğer bir ifade ile Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Suudi Arabistan gibi son dönemde enerjisini bölgedeki demokratik rejimleri geriletme ve darbe süreçlerini destekleme politikalarına yönelten ve bu bağlamda İsrail ile direk ve dolaylı normalleşmeyi yoğunlaştıran ülkelerin ve destekçisi konumundaki aktörlerin İsrail’e beklediği bölgesel zemini sağladığını iddia etmek yanıltıcı olmayacaktır

İlhak konusunda İsrail iç siyasetinde büyük oranda bütüncül bir tavır olduğu anlaşılmaktadır. Bu konuda sağ kanadı temsil eden Netenyahu ile sol kanadı temsil eden ve Mavi-Beyaz ittifakın lideri Benny Gantz’ın uzun süren seçim maratonunun ardından kuracakları ortak hükümette ilk anlaştığı konulardan birisinin işgal altındaki Batı Şeria topraklarının ilhak edilmesi olması yeterince ilginç gözükmektedir. Bu gelişmeler karşısında başta BM ve Avrupa Birliği (AB) gibi kurumlar olmak üzere uluslararası toplumun genelde bahsi geçen uluslararası bağlayıcı kararlara ve anlaşmalara gönderme yaptığı ve İsrail’in ilhak girişimine karşı olduğu gözlenmektedir. Fakat Golan tepelerinin ilhakı, Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak ilan edilmesi gibi hukuksuz ve işgal statüsünü güçlendiren kararlarda da benzer tepkilerin olduğunu düşündüğümüzde  bu tepkilerin İsrail’i ne derece caydıracağı önemli bir soru işaretidir.

Meselenin bir diğer boyutu ise bu gelişmeden Filistin yönetimi kadar endişe duyan Ürdün ile ilgilidir. 1948 savaşından sonra Batı Şeria bölgesini ilhak eden ve burayı 1967 savaşı ile İsrail işgaline bırakan Ürdün’ün Filistin politikasının temelde iki devletli çözümden yana olduğu söylenebilir. Bu politika temelde Doğu Kudüs’ün başkent olduğu ve 1967 sınırlarında Bağımsız Filistin devleti anlayışını barındırmaktadır. Dolayısı ile bu bölgelerde sınırı bulunan ve ilhak kararından en az Filistin kadar endişe duyan Ürdün’ün de en yüksek tonda tepki gösterdiği ve muhtemel ilhakı Ürdün ve İsrail arasında 1994’te imzalanan barış anlaşmasına aykırı olarak değerlendirdiği anlaşılmaktadır. Dolayısı ile İsrail’in Ürdün Vadisi’ni de içeren Batı Şeria ilhak planları karşısında tüm seçenekleri açık bıraktığını ilan eden Ürdün Kralı II. Abdullah, olası bir ilhakın İsrail ile arasındaki barış anlaşmaları ve gaz mutabakatları gibi süreçlere zarar vereceğini ve iki ülkeyi çatışma noktasına sürükleyebileceğini belirtmiştir.

Batı’nın bölgedeki önemli müttefiklerinden ve İsrail ile barış anlaşması imzalayan 2 Arap devletten biri olan Ürdün’ün bu çıkışı meselenin boyutlarını göstermektedir. İlhak girişimini iki devletli çözümün ve Filistin devletinin varlığının bitişi olarak yorumlayan Ürdün, böylesi bir senaryoyu sadece stratejik tehdit olarak değil yaşamsal kaygı olarak değerlendirmektedir. Bu çerçevede Trump’ın planını reddeden ve AB’yi daha aktif olması konusunda teşvik eden Ürdün Kralı II. Abdullah, Temmuz’daki olası ilhakın Ürdün’ü de içeren çatışmalara yol açabileceğine dikkat çekmiştir. Söz konusu ilhak girişiminin aynı zamanda Filistin ve Ürdün arasındaki sınır etkileşimini yok edeceğini ve İsrail tehdidini daha yoğun şekilde Ürdün topraklarına taşıyacağını düşündüğümüzde Ürdün’ün Batı Şeria merkezli Filistin devletini aynı zamanda stratejik bir tampon alan olarak değerlendirdiği söylenebilir. Meselenin iç siyasi boyutunda ise Ürdün’de önemli bir Filistin nüfusu olduğu ve İsrail’in ilhak girişimlerine karşı olan güçlü muhalefetin Ürdün siyasetinde yer aldığı ifade edilebilir.  Dolayısı ile Ürdün Kralı bir taraftan Batı ve İsrail ile olan statükoya zarar vermek istememekte diğer taraftan Ürdün içerisindeki Filistinli nüfusun ve İsrail ile anlaşmalara karşı olan siyasi oluşumların taleplerini dikkate almak durumunda kalmaktadır. Sonuç olarak “Yüzyılın Planı” ile ilgili son dönem gelişmelerini dikkate aldığımızda İsrail’in mevcut ulusal, bölgesel ve küresel bağlamı hukuksuz ve işgal temelli yayılmacı girişimlerini uygulamaya koymak amacı ile değerlendirdiği söylenebilir. Diğer taraftan Ürdün ve Filistin yönetimi tarafından yapılan açıklamalar, İsrail açısından avantaj olarak değerlendirilen bu gelişmelerin bölgede barış ve güvenliği sağlamaktan ziyade yeni çatışma dinamiklerini harekete geçirebileceğine işaret etmektedir.