Analiz

Arap NATO’su 2.0: Ortadoğu Hava Savunma İttifakı

Ortadoğu’da dönem dönem gündeme gelen bölgesel güvenlik şemsiyesi oluşturma gayretleri veya sıklıkla dillendirildiği biçimiyle Arap NATO’su oluşumu söylemi özellikle bölgesel denklemde ittifak sistemlerindeki dönüşümler ve olası kırılmalar ile birlikte ABD’nin bölge angajmanının biçimini ve derinliğini değiştirmesiyle yeniden bölgenin en önemli başlıklarından biri hâline gelmiştir. Körfez’de yaşanan gelişmeler, ittifakların dönüşümü, ABD’nin Afganistan'dan çekilmesiyle birlikte Irak ve Suriye’de angajman biçiminde gerçekleştirdiği dönüşümlere ilaveten bölgede artan etkisiyle Çin’in varlığını hissettirmeye başlaması, Şii milis grupların bölge istikrarına etkisi gibi başlıklar Arap NATO’su tartışmalarını yeniden gündeme taşımıştır.

İsrail-Körfez normalleşmesi akabinde, Suriye’de rejimin hâlen Rusya ve İran desteğiyle ayakta kalmaya muvaffak olduğu ve Hizbullah’ın füze envanteri de dâhil olmak üzere hem fiilî askerî kapasitesini arttırdığı hem de varlığını Lübnan’ın ötesine taşıdığı zeminde, İsrail ve İran mücadelesinin coğrafi sınırlarının Ortadoğu sathına yayıldığı bir güvenlik çevresi söz konusudur. İran’ın, Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen merkezli, konsolide olan ve yayılan nüfuzu üzerinden İsrail ve Körfez ülkeleri etrafında kurduğu ileri savunma çemberinin, ABD ve İsrail tarafından, bir ayağı bölgesel ittifaklara evrilen normalleşme çabaları aracılığıyla kırılmasına ve etkinliğinin zayıflatılması suretiyle sınırlarına doğru geriletilmesine çalışıldığı müşahede edilmektedir. Bölgede süren İsrail-İran mücadelesinin çerçevesi, İran adına hasımları üzerinde tehdit algısı teşkil eden unsurlar ve İsrail’in bölgede geliştirdiği ittifaklarla beraber askerî faaliyetlerine bakıldığında üç unsur ön plana çıkmaktadır: İran’ın bölgede kurduğu proxy ağlar üzerinden geliştirdiği asimetrik kapasite, uranyum zenginleştirme faaliyetleri ve balistik füze programı. İsrail cephesinde, mücadelenin proxy savaşı ayağında Suriye merkezli olarak zaman zaman bölgedeki İran destekli devlet dışı yapıları zayıflatıcı nitelikte saldırılar düzenlenmesi ve Tahran-Beyrut eksenindeki lojistik hatların kesilmesi arayışı önem arz etmektedir. İran’ın nükleer programı bağlamında ise İsrail, “bölgede kendisine hasım bir ülkenin nükleer silah kapasitesine ulaşmasına asla müsaade etmeme” politikasının bir uzantısı olarak Tahran’ın nükleer silah kapasitesi elde etmesine engel olma yönünde örtülü ve aleni faaliyetler yürütmektedir. Bu doğrultuda, Muhsin Fahrizade gibi kilit önemdeki birçok İranlı nükleer bilimciye düzenlenen suikastların yanı sıra özellikle Natanz Nükleer Santrali’ne gerçekleştirilen siber saldırılar aracılığıyla santrifüj ve diğer teknik altyapılara verilen zararlarla uranyum zenginleştirilmesi sürecinin aksatılmasına çalışılmaktadır. İlaveten, İsrail’in hâlihazırda İran’la ve Batılı ülkelerle Viyana’da süren nükleer görüşmeler boyunca, sürecin aleyhinde etkin bir propaganda yürüttüğü gözlerden kaçmamıştır. Son olarak, yaptırımlar neticesinde ordu envanteri teknolojik açıdan bir hayli geri kalmasına ve özellikle hava gücü envanteri yıpranmasına karşın İran’ın balistik füze programı bölge sathında ihmal edilemez bir kapasiteyi temsil etmektedir.

Tahran’ın, balistik füze programı sayesinde gelişen envanterindeki füzeler her geçen gün daha sofistike özellikler kazanmaktadır. Bunların deniz ve kara platformlarına karşı giderek hedeften daha az sapma gösteren, menzili daha uzun ve tahrip gücü daha yüksek silahlar hâline geldiği gözlemlenmektedir. Öte yandan, Tahran’ın bu kapasiteyi bölgedeki vekillerine de transfer ederek hasımlarına karşı cepheyi genişletmesi, dengelenmesi güç bir manzara ortaya koymaktadır. İran’ın füze teknolojisindeki gelişimin yanı sıra hasımlarının artan hava savunma kapasitesine karşı alternatif taktikler geliştirdiği gözlemlenmektedir. Özellikle Gazze merkezli örgütlerin salvo atışlarında, İsrail’in dünyaca bilinen Iron Dome Hava Savunma Sistemi (HSS)’nin dahi yüksek başarı oranına rağmen çok sayıda füzeyi kaçırması ve bunların İsrail şehirlerine düşmesi, son 30 yıldır çok katmanlı hava savunma sistemi geliştirme çabasına karşın hasımların da kapasitesindeki değişimi gözlemleyerek İsrail Ordusunun HSS’lerine karşı hareket üstünlüğü sağlamak, bunları etkisiz kılmak ve yıpratmak adına kendi yöntemlerini geliştirdiğini göstermiştir. 2019 yılında düzenlenen, Suudi Arabistan'ın doğusundaki Abkaik ve Hujrat Khurais bölgelerinde Suudi devletinin petrol-gaz şirketi Aramco’ya ait tesislere yönelik saldırının hem Suudi Arabistan hem de dünya ekonomisine yönelik etkileri, İran’ın ileri savunma stratejisinin ve ulusal güvenliğine yönelmesi olası bir tehdide cevaben ortaya çıkması muhtemel yıkımın yalnızca ekonomik boyutunun bir özeti niteliğindedir.

Hâlihazırda ABD’nin, güvenlik politikalarının odağını Asya-Pasifik’e kaydırdığı ve Ortadoğu da dâhil olmak üzere varlığını azalttığı konjonktürde, bölgede müttefikleri arasındaki ilişkilerin alternatif alanlara yansımasının Washington’ın menfaatine uygun olduğu düşünülebilir. Öte yandan, bölgede İran kaynaklı tehditleri paylaşan Körfez ülkeleri ve İsrail arasında gelişen normalleşme süreçlerinin olası ittifakların önünü açtığı bir trendin mevcudiyeti söz konusu olmakla birlikte tarihsel geçmişi bulunan anlaşmazlıklara bakılarak bölgesel güvenlik ortamının tamamen değiştiği kabulü üzerinden kurulacak projeksiyonların hatalı olacağı değerlendirilmektedir. Bu nedenle, taraflar arasında askerî boyuta sahip ve birbirlerinin ulusal güvenliklerine ilişkin taahhütleri de kapsayacak bir ittifakın uygulanabilirliğinin tartışmalı olduğu görülmektedir.

Dolayısıyla özellikle İsrail’in güvenliği merkeze alınarak yapılacak değerlendirmeler, geniş kapsamlı bölgesel askerî ittifakların sınırlılıklarını teşkil etmektedir. Bu noktada ABD’nin, bölgedeki müttefiklerinin güvenliğine ilişkin ikilemleri söz konusudur. Zira İsrail’in normalleştiği Arap ülkelerinin askerî kapasitesinin bölgesel bir askerî ittifak bağlamında gelişmesi de orta ve uzun vadede İsrail’in nitelikli askerî üstünlüğü adına sorun teşkil edebilecektir. Bu çerçevede ortaya çıkan sınırlılıklar, özellikle Körfez’deki aktörleri İran tehdidi karşısında daha etkin bir savunma kapasitesi kurmaktan mahrum bırakma ihtimalini beraberinde getirmektedir. Neticede bu durum, çok taraflı askerî ittifak çabalarını Ortadoğu Hava Savunma İttifakı (Middle East Air Defense Alliance/MEAD) gibi kısıtlı ve bilgi paylaşımıyla sınırlandırılmış formata sıkıştırdığı ve bu durumun değişmesinin zaman alacağı değerlendirilmektedir. Söz konusu sınırlılıklarla beraber İran kaynaklı tehdit algıları, bölge ülkelerini alternatif ittifak çabalarına iten en önemli dinamiklerden birisini teşkil etmektedir.