Batı’nın Türkiye’ye Uyum Sorunu

Doç. Dr. Şaban Kardaş, ORSAM Başkanı
AK Parti’nin Batı ile ilişkisi ve Batı’daki AK Parti eleştirisi düz bir çizgide ilerlemedi. Türk siyasi hayatında tuttukları yer nedeniyle, partiyi kuran kadroların 2002’de iktidara geldiklerinde, öncelikle Batı’ya olan bağlılıklarını ispat etmesi beklendi. Avrupa Birliği (AB) üyelik sürecine ve ABD’yle ilişkilere verilecek önem bu testin önemli unsurlarıydı. Reformcu kimliğiyle de birleşince, AK Parti ilk döneminde bu testlerde başarılı bir performans sergilemiş ve bunun neticesinde Batı’yla ilişkileri nispeten olumlu bir havada seyretmiştir. ABD’nin Irak’ı işgali nedeniyle yaşanan gerginliği de taraflar büyük ölçüde yönetmesini bilmiş, Türkiye’nin Batılı kimliğini sorgulayan eleştiriler yoğun biçimde gündeme gelmemiştir. Bu, AK Parti’ye daha çok ‘muhafazakar demokrat’ kimliğiyle Batılı demokratik değerler manzumesini benimseyebilecek bir hareket olarak kredi açılan bir dönemdi ve bu örneğin diğer ülkelere de bir ‘rol modeli’ olabileceği varsayımı sıklıkla yapılmaktaydı.
 
İktidardaki ikinci döneminde ise, Batı’dan gelen AK Parti eleştirisi giderek öne çıkmış, bu da ikili ilişkilerde zaman zaman yaşanan gerilimlere yansımıştır. Bir yandan heyecanla açılan AB müzakere sürecinde Fransa ve Kıbrıs Rum kesiminin vetosu sonrasında yaşanan tıkanıklık, öte yandan Türkiye’nin bölgesel politikalarında takip etmeye başladığı bağımsız çizgi Batı’da ‘Ortadoğulaşma’ veya ‘eksen kayması’ başlıkları altında bir tartışmayı tetikledi. Bu bağlamda yapılan tartışmalarda AK Parti liderliğinin -İslamcı- kimliğinin giderek öne çıkarıldığı bir dönemde başlamıştır.
 
AK Parti iktidarlarının üçüncü döneminde ise eleştiriler daha çok kişisel bir karaktere dönüşürken giderek -eski- Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliği ve siyaset tarzı ile özdeşleştirildi. Bölgesel politikalar veya Batı’yla ilişkilerdeki gelişmeler kadar iç politikadaki süreçler de bu dönemdeki tartışmada daha fazla öne çıkmıştır. Kürt sorunu özelinde getirilen eleştirilerin zemini ‘Kürt açılımı’ ve ‘çözüm süreci’ tecrübeleriyle büyük ölçüde ötelenirken ülkedeki sivil-asker ilişkileri veya parti kapatmalara dönük düzenlemeler gibi makro düzeydeki demokratikleşme çabaları da hükümetin elini güçlendiren adımlar olmuştur. Giderek eleştiriler daha çok bireysel haklar, ifade hürriyeti ve son dönemde de yargı bağımsızlığı gibi meseleler üzerinden inşa edilmiştir. Özellikle son yıllarda Batı’daki Türkiye tartışmasının Başbakan Erdoğan’ın ‘otoriter’ kimliği üzerinden yapıldığı ve bunun sadece Türkiye’nin iç politikada eleştirilen uygulamalarının değil, dış politikasında yaşadığı sorunların da temel müsebbibi olduğu tezi -İslamcılık eleştirisinin yanı sıra- yaygınlık kazandı.
 
Medya veya düşünce kuruluşları çevrelerinde neredeyse tartışmasız kabul gören Batıdan uzaklaşma, İslamcılaşma veya otoriterleşme eleştirileri eksenli AK Parti ve Türkiye okuması bazen entelektüel egzersiz düzeyinde kalsa da, zaman zaman politika yapıcılar nezdinde de kabul görmüştür. Fakat yine de bu okumanın tam anlamıyla Batı’nın Türkiye politikasını şekillendirdiğini söylemek zordur. İslamcılaşmayla birlikte otoriterleşme eleştirilerinin kabaca öne çıkmaya başladığı 2009 yılından beri, Türkiye’yi ‘model ortak’ olarak niteleyen ABD Başkanı Obama’nın bu kadar aceleci davranmaması gerektiğini, Erdoğan hükümetlerine verdiği krediyi daha sıkı koşullara endeksleyerek, Türkiye ile ilişkilerini gözden geçirmesini ve iç siyasette dönüşümü zorlamasını salık veren değerlendirmeler sıklıkla yapıldı. Özellikle Türkiye’nin İsrail ve İran politikaları üzerinden ABD ile yaşadığı ayrışma sonrasında Türkiye’ye karşı ‘cezalandırıcı’ adımların atılması önerileri dahi gündeme geldi. Benzer şekilde giderek bir çıkmaza doğru sürüklenen AB üyelik sürecinin askıya alınması dahil köklü biçimde gözden geçirilmesi yönündeki görüşler de ortaya atıldı.
 
Bölgesel dönüşüm modeli
 
Bütün bu eleştirilere rağmen gerek ABD gerekse Avrupa ülkelerinin politikalarında stratejik mülahazalar belirleyici olmuş ve son kertede Erdoğan liderliğindeki Türkiye ile işbirliği refleksi daha ağır basmıştır. Özellikle komşu bölgelerin içinden geçtiği siyasi dönüşüm süreci ve bunun neticesinde ortaya çıkan istikrarsızlık ortamı bölgede Batı’nın çalışabileceği ‘ortak’ olarak Türkiye’yi öne çıkarmış, bu da bazı siyasi eleştirilerin ikinci plana atılmasını kolaylaştırmıştır. Arap Baharı’nın ilk döneminde Türkiye’nin bölgesel dönüşüm için bir model olabileceği yönündeki beklentiler yüksekken, son dönemde yaşanan çatışmalarda ise Türkiye’nin bölgesel istikrara yapacağı muhtemel katkılar öne çıkmıştır. Bu ortamda Türkiye’de dominant parti olarak kendisine yer açmış olan AK Parti ve onun liderliği Batı’nın kaçınılmaz olarak muhatap alması gereken aktördü.
 
Gezi olayları sonrasında Batı’nın AK Parti’ye bakışında önemli bir kırılma olduğu, İslamcılaşma-otoriterleşme eleştirisine dayalı okumanın siyasi karar vericiler nezdinde de daha yaygın kabul gördüğü bir dönem başlamıştır. Burada AK Parti’nin liberallerle yaşadığı kopuşun neticesinde Batı ile ilişkilerindeki önemli bir iletişim kanalının kopmasının rolü de büyük olmuştur. Bunun neticesinde bireysel özgürlükler, basın hürriyetleri ve hukukun üstünlüğüne ilişkin eleştiriler resmi ağızlardan daha sıklıkla dillendirilirken, stratejik işbirliğinin doğurduğu fren mekanizması eskiye oranla daha az etkili hale gelmiştir. Obama’nın 2013 Mayıs’ında Washington’da üst düzeyde ağırladığı Başbakan Erdoğan’la ilişkilerinde Gezi sonrasında yaşanan ‘soğukluk’ büyük ölçüde bu yeni iklimi yansıtmaktaydı. Benzer şekilde, Fransa’nın yeni Cumhurbaşkanı Hollande’la birlikte Türkiye’ye uyguladığı vetoyu sona erdirip AB sürecindeki tıkanmayı aşma kararına rağmen bunun hayata geçirilmesinin zaman alması da Gezi’nin diğer bir sonucuydu.
 
Daha da önemlisi, Gezi sonrası dönemde Türk siyaseti okumalarında otoriterleşmeye paralel ilerleyen diğer bir tartışma hattı ise AK Parti’nin ülkeyi yönetebilme kapasitesinin sorgulanması üzerinden ilerlemiştir. Ülkenin Başbakan Erdoğan’ın ayrıştırıcı politikaları neticesinde giderek kutuplaştığı, ekonominin yapısal sorunlarının derinleştiği veya bölgedeki istikrarsızlık sarmalının Türkiye’yi de içine almaya başladığı yönündeki varsayımlardan hareketle AK Parti’nin siyasi meşruiyeti tartışmaya açılmıştır. Gezi olayları ve sonrasındaki toplumsal hareketlerin AK Parti’nin Türk siyasetindeki dominant konumuna köklü bir tehdit oluşturduğu algısı yaygınlık kazanmıştır. Özellikle kapsamlı bir anayasa değişikliğinin hayata geçirilememesi veyaKürt sorunu dahil farklı alanlardaki demokratikleşme adımlarının geciktirilmesi yine bu eleştirilerce argümanlarını desteklemek için ileri sürülmüştür. 2013 sonbaharında yeni demokratikleşme paketlerinin açılması ise beklentileri karşılama noktasında yetersiz kalmıştır.
 
Bu dönemde asıl önemli gelişme ise AK Parti’nin ve Başbakan Erdoğan’ın yaklaşmakta olan zorlu siyasi süreçleri yönetme kapasitesinin sorgulamaya açılmasıdır. Seçim maratonu (2014 yerel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve 2015 parlamento seçimleri) ve devletin tepesinde ve AK Parti’deki liderlik değişiminin, Gezi sonrasında güçlenen ‘toplumsal muhalefet’ ile de birleşince, ülkede siyasi istikrarsızlığı ve ekonominin kırılganlığını arttıracağı, bunun da yönetişimi zorlaştıracağı algısı Batı’daki tartışmalarda yaygınlık kazanmıştı. Bu algı medya ve düşünce kuruluşları çevrelerinde etkili olması yanı sıra uluslararası yatırım ve finans dünyasına ve siyasi karar vericilere de sirayet eden bir beklenti -ve hatta AK Parti’nin iktidardan gitmesini o ana kadar çaresizce umanların sarıldıkları bir temenni- haline gelmişti.
 
Türkiye eksen ülke
 
İşte bu ortamda diğer önemli bir dönüm noktası ise 17 Aralık operasyonları ve sonrasında yaşanan gelişmeler olmuştur. AK Parti hükümetinin ortaya atılan iddialarla sarsılacağı ve zaten kolay olmayacağı beklenen siyasi geçiş sürecinde ciddi bir yara alacağı varsayımı Batı’daki pek çok değerlendirmenin çıkış noktasını oluşturmuştur. Bu ortamda yatırımcı kararlarından siyasi işbirliğine kadar uzanan bir yelpazede ‘bekle-gör’ yaklaşımının hakim olduğu belirsiz bir dönem başlamıştır.
 
2014 mahalli seçimleri ve ardından Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan liderliğindeki AK Parti’nin aldığı sonuçlar Batılı pek çok uzmanca hala hazmedilemese ve ‘olmayan-bir-zafer’ olarak nitelense de siyasi elitler düzeyinde Türkiye’ye bakışı köklü biçimde etkileyecektir. Özellikle AK Parti’nin liderlik dönüşümünü ve akabinde yeni kabinenin şekillendirilmesini hızlı biçimde tamamlaması, dış aktörlerin AK Parti’nin iç bütünlüğünü sürdürme kabiliyetini ve Erdoğan’ın liderliğinin imkanlarını yanlış değerlendirdiğini göstermiştir.
 
Türkiye’nin mücavir coğrafyasında yaşanan çatışma ve mevcut istikrarsızlık düşünülürse Batı’nın üzerindeki Türkiye’yle çalışma baskısı kısa sürede ortadan kalkmayacaktır. AK Parti hala Türk siyasal hayatındaki hakim konumunu sürdürüyor ve siyasa üretebiliyor. Her ne kadar 2015 seçimlerine giden süreçte siyasi belirsizlik artacak olsa da AK Parti’nin dominant konumunun süreceği konusunda genel bir kanı oluşmuş görünmektedir. Türkiye’de daha aktif bir siyasi rol oynamaya dayalı seçilmiş cumhurbaşkanının yarattığı yeni siyasi realiteye Batılı kurum ve karar vericilerin kaçınılmaz olarak uyum sağlayacağını söylemek yanlış olmayacaktır. NATO Zirvesi’nde ortaya çıkan tablo ve Erdoğan-Obama görüşmesi bu uyum çabasının bir ürünü olarak ele alınabilir.
 
Hükümet oluşumunda Batı ile ilişkilerin daha yapıcı bir zeminde sürdürülmesine imkan verecek bir mekanizmanın hayata geçirilmesine özen gösterildiği de görülmektedir. Dışişleri ve AB bakanlıklarına daha önce Batı’da önemli bir tecrübesi ve networkü bulunan isimlerin seçilmesi Batı’yla ilişkilere verilen önemi göstermesi açısından sembolik değerdedir. Dış politikanın genel yönünün güçlü cumhurbaşkanlığı ve Başbakan makamı tarafından şekillendirilmesi muhtemelen devam edecektir. Fakat ABD ve Avrupa dosyalarının Dışişleri ve AB bakanlıklarınca yürütülmesi, ekonomi yönetiminde yapılan tercihlerle sürekliliğe yapılan vurguya benzer biçimde, Batı’ya ve uluslararası kamuoyuna verilen önemli cevaplardır. Bu adımların İslamcılaşma-otoriterleşme eleştirilerini medya ve düşünce kuruluşları nezdinde ortadan kaldırması zor görünse de, Türkiye bu eleştirilere cevap vermesini mümkün kılacak yeni bir demokratikleşme sürecini başlatmak için önemli bir fırsat penceresi kazanmıştır.
 
Yine de bu noktada hatırlanması gereken önemli bir husus şudur: Türkiye’nin ABD’yle son dönemde yaşadığı ‘soğukluğun’ bir sebebi otoriterleşme eleştirisi olsa da büyük ölçüde Amerika’nın Suriye gibi bazı önemli bölgesel politikalarda kendisinden beklenen adımları atmamasıdır. İlişkilerde normalleşme bir ölçüde ABD’nin bölgesel krizlerde hareketsizliğini sona erdirip daha etkin bir biçimde çözüm ortağı olmasıyla da doğru orantılıdır. Fakat Kasım’daki Kongre ara-seçimleri öncesinde Başkan Obama’nın ciddi bir dış politika adımı atması zor görünmektedir ve ilişkilerde tam anlamıyla normalleşme daha sonrasında beklenebilir. Öte yandan, AB içerisinde süren sorunlar dikkate alındığında üyelik sürecinin ciddi bir ivme kazanması zaman alacaktır.
 
*Bu yazı Star- Açık Görüş’te yayınlanmıştır.