Gazze’ye Yardım Konvoyuna Düzenlenen Saldırı ve Türkiye-İsrail İlişkileri

Doç. Dr. Özlem Tür, ORSAM Danışmanı, ODTÜ U.İ.B., tur@metu.edu.tr
31 Mayıs 2010 sabahı Gazze’ye giden yardım konvoyuna İsrail’in düzenlediği saldırının yankıları sürüyor. Olayın uluslararası sularda gerçekleşmesi hukuk-dışılığı gözler önüne sererken, İsrail kuvvetlerinin silahsız insanlara ateş etmesi ve dokuz kişinin hayatını kaybetmesi uzun zamandır gerginliklerle seyreden Türkiye-İsrail ilişkilerini yeni ve derin bir krizin içine sokmuş görünüyor. Aralık 2009’un son günlerinde başlayan Dökme Kurşun operasyonundan beri gitgide derinleşen sorunlar yaşayan Türkiye-İsrail ilişkileri, Anadolu Kartalı Tatbikatı’nın uluslararası boyutunun iptal edilmesi, TRT’de yayınlanan Ayrılık dizisinin yankıları ve Türkiye ve İran arasındaki yakınlaşmadan dolayı zaten son derece gergin durumdayken, Gazze’ye doğru seyreden gemilere düzenlenen operasyonu ilişkileri geri dönülemez bir noktaya doğru taşımakta.   31 Mayıs 2010’da BM Güvenlik Konseyi Olağanüstü Oturumu’nda yaptığı konuşmada Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu yaşanan olayları “haydutlukla ve korsanlıkla eşdeğer” olarak nitelendirmiş; “Bir devlet tarafından işlenen cinayettir. Bunun hiçbir mazereti veya haklı gerekçesi yoktur. Böyle bir yola yönelmiş bir ulus devlet uluslararası camianın saygın üyesi olarak meşruiyetini kaybetmiştir” sözleriyle İsrail’i eleştirmiş, “Hiçbir ülke hukukun üzerinde değildir. İsrail işlediği suçtan sorumlu tutulmalı ve sonuçlarına katlanmalıdır” sözleriyle dünyayı İsrail’i kınamaya davet etmiştir.   Başbakan Erdoğan da yaptığı konuşmada “zorbalar, haydutlar, korsanlar bile belli ahlâk kurallarına uyarlar. Hiçbir hassasiyete uymayanlara bu sıfatı yakıştırmak bile iltifat olur” diyerek İsrail en azından bugünkü hükümetiyle ilişkilerin devam etmesinin zor olduğu yönünde eleştirilerde bulunmuştur. İlişkiler şimdiye kadar olmadığı derecede gerginlik sergilemekte; İsrail tarafında da bu gelişmelerden sonra Türk hükümetiyle çalışmanın zor olacağı yönünde mesajlar verilmektedir.   İsrail’in Gazze’den Çekilmesi, HAMAS’ın Kontrolü Ele Geçirmesi ve Abluka   Bilindiği gibi Gazze, 2007 yılında HAMAS’ın şehrin kontrolünü kanlı bir şekilde ele geçirmesinin ardından uygulanan İsrail ablukası nedeniyle 35 aydır dış dünyayla ilişkileri kopuk bir şekilde, sık kullanılan tabiriyle, açık hava hapishanesine dönmüş durumdaydı. Ariel Sharon liderliğindeki İsrail, yerleşim bölgelerini boşaltarak 2005 yılında Gazze’den çekilmiş ancak Gazze’nin tüm sınırlarını, hava ve deniz sahasını kontrol etmeye devam etmişti. Çekilme sonrası İsrail tarafı bunun Gazze’deki “terörist grupların” (HAMAS’ın) silahlanmasını engellemek için gerekli olduğunu öne sürerken Filistin Otoritesi bu kontroller devam ettiği sürece Gazze’nin işgal altında kalmaya devam edeceğini öne sürmüş ve en azından Gazze ve Mısır arasındaki geçişlerin serbest bırakılması gerektiğini belirtmişlerdir. Çekilme sonrası Gazze ile Mısır arasındaki Refah kapısından geçişler Avrupa Birliği Refah Sınır Yardım Misyonu gözetiminde devam etmiş ancak güvenlik nedeniyle (örneğin 2006 Lübnan savaşı ve sonrasındaki dönemde Haziran-Kasım 2006 arasında) geçişler sık sık kesintiye uğramıştır. Bu sınırdan ihracat da yapılmamıştır. Özellikle HAMAS’ın kazandığı 2006 seçimleri sonrasında Filistin siyaseti çalkantılı bir hal almış, El Fetih ve HAMAS arasındaki iktidar mücadelesi Filistin Otoritesini bölmüş, bu durum Filistin’in de Batı Şeria ve Gazze olarak ikiye bölünmesine neden olmuştur. Filistin otoritesi ve El Fetih kontrolündeki Batı Şeria, Filistinlilerin meşru temsilcisi olarak görülürken terörist olarak nitelenen HAMAS’ın kontrolündeki Gazze “güvenlik kaygılarıyla” özellikle bölgeye silah sokulması ihtimaline karşı abluka altında izole edilmiş ve Gazze halkı zaman zaman da güç kullanılarak İsrail tarafından kolektif olarak cezalandırılmıştır. Tıpkı Dökme Kurşun Operasyonu’nda olduğu gibi. Haziran 2007 tarihinden itibaren HAMAS’ın kendi iç siyasetine ve Müslüman Kardeşler’e etkisinden endişe eden Kahire yönetimince Refah Kapısı tamamen kapatılmış; Gazze tam bir kuşatılmışlık altında yaşamaya başlamıştır. Mavi Marmara ve Gazze’ye yardım konvoyu, tam da bu kuşatılmışlığı sona erdirmek; bir taraftan bölgeye insani yardım götürürken, diğer taraftan da Gazze’ye uygulanan ablukayı delmeyi amaçlamıştır.   İsrail’in Gazze’ye Yardım Konvoyu’na Operasyonu   İsrail’in bu operasyonu bu derece gözü kara bir biçimde yapmasını açıklamak güç. Bu sadece İsrail’in güvenlik kaygılarıyla açıklanabilecek bir durum da değil. Özellikle de Obama yönetiminin başta olduğu, İsrail’den güven artırıcı önlemlerin istendiği, dolaylı barış görüşmelerinin başladığı bir dönemde bu derece sert bir tepkinin görülmesi beklenmiyordu. Bilindiği gibi İsrail ve Filistin Otoritesi 2008’den beri barış görüşmelerine ara vermiş durumdalardı. Bu durumu aşmak üzere ABD gözetimindeki dolaylı görüşmeler 2010 Mayıs ayı başında başlamıştı ve Başkan Obama’nın da isteğiyle İsrail Filistinlilerin Batı Şeria’daki hareket özgürlüğüne yönelik yeni adımlar atmıştı. Bu çerçevede, İsrail daha birkaç hafta önce El Aksa intifadasının başladığı 2000 yılından beri kapalı tuttuğu iki önemli yolu araç geçişine açacağını, Beytüllahim’e yabancı turistlerin geçişini kolaylaştıracağını açıklamış, İsrailli Arapların Batı Şeria’ya gitmesini de kolaylaştıracağı bir dizi girişimde bulunmuştu. Bu bağlamda ayrıca Gazze için de küçük birkaç adım atmış, örneğin 17 Mayıs tarihinde 250 ton çimentonun Birleşmiş Milletler denetiminde yapılacak olan inşaat için Gazze’ye girmesine izin vermişti.   Böyle bir ortamda, İsrail gemilere niçin bu derece sert ve kanlı bir şekilde operasyon yaptı? Bunun birkaç nedeni olabilir. Öncelikle Gazze’ye uygulanan ablukayı deldirmek istememiş, kontrolün kendisinde olduğunu birkez daha kanıtlamak istemiştir. Gazze’yi yalnızlaştırmak, kolektif olarak cezalandırma politikasına halel getirecek bir girişimi engelleme saikiyle hareket etmiştir. Bu anlamda Batı Şeria’da tavizlerde bulunurken Gazze’deki kontrolünü azaltacak bir gelişmeyi engellemeye çalışmış, iki bölgeyi birbirinden ayırma siyasetine devam etmiştir. İkinci olarak Türkiye ile ilişkilerin gergin durumu bu sonucu etkilemiştir. İsrail Davos Zirvesi’ndeki “one minute” çıkışının bir anlamda rövanşını almaya çalışmıştır. Hatta Türk televizyonlarında gemiye çıkan askerlerin ateş ederken “one minute” diye bağırdıkları yönünde haberler yapılmıştır. Türkiye ile ilişkilerde gerginliğe neden olan sadece Türkiye’de Filistin meselesinin artan önemi değil, aynı zamanda İran ile ilgili gelişmeler olmuştur. Bilindiği üzere, İsrail’in Irak savaşı öncesi ve sonrasındaki dönemde dış politika önceliği İran olmuştur. Özellikle İran’ın bölgedeki artan gücünden endişe duyan İsrail, Ahmedinejad’ın söylemleri ve nükleer mesele nedeniyle dış politikadaki bir numaralı önceliğini İran’a vermiştir. Bu anlamda Türkiye ile ilişkilerinde önemli bir farklılaşma da oluşmuştur. Türkiye-İran ilişkilerindeki yakınlaşma, Türkiye-Brazilya-İran anlaşması İsrail gündeminde önemli yer tutmuştur ve İran’ın Türkiye ile yakınlaşarak bölgedeki gücünü arttırdığı düşünülmüştür ve bunun da İsrail’in çıkarlarıyla tam ters köşede yer aldığı değerlendirilmiş gibi görülmektedir. Bu ortamda Türkiye ile gerginliğin İran’a da mesaj olabileceği; İsrail’in gücünün gösterilmesinin hem Türkiye’ye hem de İran’a yönelik olabileceği kurgulanmış olabilir.   Ayşe Karabat’ın da belirttiği gibi İsrail dünyadaki gelişmeleri okumada başarılı bir ülke değildir.(1) Bu tespitin yanı sıra şu noktanın da altı çizilmelidir: İsrail kısa vadeli güvenlik kaygılarıyla hareket eden, bunun için sürekli kaba güce (hard power) başvuran, kullandığı güç kısa vadede kendisine sınırlı güvenlik sağlayan ancak bu durumun orta ve uzun vadede çok daha derin güvenlik kaygılarına yol açacağını göremeyen bir ülke haline dönüşmektedir. Dünya siyasetinde gitgide (çoğu zaman söylem düzeyinde kalsa da) artan bir biçimde adalet ve ahlak tartışmalarının yapıldığının ve bu tartışmalar üzerinden hareket etmenin onurlu sayıldığının, sadece güç gösterilerine dayalı hareketlerin uluslararası sistemde prim yapmadığının da farkına varamamaktadır. Kaba gücün ancak yumuşak güçle beraber kullanıldığında akıllı güce (smart power) dönüşeceğinin yoksa kendisinin eleştirdiği haydut devletlerden hiçbir farkı kalmayacağının farkında değil gibidir. İsrail her zaman otoriter sistemlerin hakim olduğu Ortadoğu’da nadir, hatta tek, demokrasi olmasıyla övünen bir güçtür. Ancak gitgide demokrasinin dayandığı değerlerden uzaklaşarak yalın, kaba güce başvuran bir güce dönüşmekte ve bu da demokratik ülke söylemini gölgede bırakan bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Bölgedeki devletlerin otoriter yapılarından sürekli şikayet eden İsrail, gitgide demokratik değerlerden uzaklaşmaktadır.   İlişkilerin Geleceği   Türkiye ve İsrail 1949’da Türkiye’nin İsrail’i tanımasından beri pek çok dönüm noktasından geçmiştir. 1956 Suveyş Krizi döneminde azaltılan diplomatik temsil, 1981’de İsrail’in Doğu Kudüs’ü ilhak ettiğini ilan edip birleşik Kudüs’ü başkenti olarak açıkladığında ikinci katip seviyesine indirilmişti. 1990’lar boyunca barış sürecinin de ilerlediği bir ortamda iki ülke ilişkileri ve stratejik işbirliği hiçbir dönemde olmadığı kadar derinleşmişti. 2000’lerle birlikte ise işbirliği yerini sürekli ve derinleşen krizlere bırakmaya başlamıştı. Bunda şüphesiz barış sürecinin askıya alınması da son derece etkili olmuştur. Dökme Kurşun operasyonu ile birlikte ilişkilerde geri dönülmesi zor noktalara doğru gidildiği yönünde tespitler daha önce de yapılmıştı. Bugün ise iki tarafın da hükümetlerinin beraber çalışma isteğinden uzaklaştığı yeni bir evreye girmiş durumdayız.   Her ne kadar Gazze’ye yardım götüren gemiler amaçları olan ablukayı delmeyi başaramadılarsa da, Mısır gelişmeler üzerine Refah kapısını açarak ablukayı, yavaş işleyen bir şekilde de olsa, kendi tarafında kaldırmış görünmektedir. Bu bir anlamda dolaylı olarak Gazzelilerin izolasyonunun kalkmasına katkıda bulunmuştur ve bu itibarla önemlidir. Türkiye-İsrail ilişkilerinin geleceği artık eskisinden daha da açık biçimde barış sürecine odaklanmış durumdadır. Filistin meselesindeki ilerlemeler, atılacak adımlar iki ülkeyi tekrar yakınlaştırmada önemli olacaktır. Ancak İsrail için Filistin meselesi, şu an yaşanan gelişmenin ardından tekrar yoğun bir şekilde tartışılmaya başlanmış olsa da ikincil önemde olduğu unutulmamalıdır. Mayıs ayı başında, dolaylı görüşmelerin başlamasının ardından İsrail’in barış adımları atması yönündeki çağrılara İsrail’in istihbarat ve nükleer enerjiden sorumlu Bakanı Dan Meridor, “Dünya İran’la ilgilensin; Arap-İsrail barışından önce İran’a baksın” şeklinde cevap vermişti. Bu konudaki görüş ayrılıkları Türkiye ve İsrail’i zıt yönlere doğru itmeye devam ederken; barış sürecindeki olumlu adımlar iki ülkeyi yeniden yakın ilişki kurmak için bir araya getirecek önemli faktördür.   (1) Bakınız Ayşe Karabat’ın ORSAM’da 27 Mayıs 2010 tarihinde düzenlenen “Filistin Meselesi ve Türkiye” başlıklı panelde yaptığı konuşma.