İsrail Dış Politikası’nda Türkiye’nin Önemi

Ekim ayı ortalarında Mitvim (İsrail Bölgesel Dış Politikalar Enstitüsü) tarafından hazırlanan bir çalışma, İsraillilerin dış politikaya yaklaşımları konusunda oldukça mühim doneler barındırıyor. Türkiye ile ilgili soruların da mevcudiyeti, bu anketi yakın plan incelememiz gereğini ortaya çıkarıyor. 

İsrail ‘Dış’ Politikası

İsrail’in belirgin bir dış politikadan mahrum olması, İsraillilerin de sıklıkla sorguladığı bir konudur. İsrail, her ne kadar ‘garip’ olsa da, ana hatlarıyla belli bir dış politikaya sahip değildir. Daha ziyade birtakım kavramların yönettiği bir alan olarak dış politika, her an değişime ve dönüşüme açık bir hal arz eder. Yahudilerin küresel -ve özellikle Avrupa- tecrübeleri, İsrail devletinin de kuruluşu ve sonrasındaki yönelimlerini belirlemede ana kaynağı oluşturmaktadır. Söz gelimi, büyük devletlerle işbirliği ya da karşı karşıya gelmeme saikinin kökleri, 20. yüzyılın başlarında Yahudilerin Filistin’e göçüne cevaz veren ve hatta destekleyen dönemin hâkim gücü İngiltere’yle dostane ilişkiler geliştirilmesine dayanıyordu. Bu dostane ilişkiler neticesindedir ki Yahudiler, dönemin İngiltere’sinde ciddi ve sonuç alıcı bir lobi alanına sahip olmuşlar ve bu lobi faaliyetleri sonucunda da Filistin topraklarında bir devlet kurabilmenin olurunu almışlardır. Büyük devletlerle iyi ilişkiler, Yahudilerin bir devlet sahibi olmalarının önünü açmış ve kurulacak İsrail devletine de bir dış politika davranışı olarak miras kalmıştır. Bu bağlamda denilebilir ki, İsrail devleti tarihinde hiçbir dönem büyük güçlerle karşı karşıya gelmemiş, mümkün mertebe onları manipüle etmiş ve bu yolla, özellikle de devletin kurulduğu Ortadoğu coğrafyasında ulusal çıkarlarını realize etmek adına, büyük güçleri taşeron olarak kullanma gayreti sarf etmiştir. Bu tespitin daha ziyade tam aksi yönde genelleşmiş bir kanı olsa da, İsrail’in bölgesel gelişmelerde ‘müttefik’ ya da ‘stratejik ortak’ olduğunu iddia ettiği devletlere sağladığı avantajlar, oldukça tartışmalıdır.

Yukarıdakiler ışığında İsrail’in belirgin bir politikadan azade olduğu ve dönemsel gelişmelere dönemsel reaksiyonlar ürettiği bilinmektedir. Büyük güçlerle sorun yaşamama, uluslararası kabul görme, caydırıcı olma gibi kavramlar ise tarihsel tecrübeler neticesinde yer etmiş ve dış politika davranışının ana hatlarını belirlemiştir.

İkili İlişkilerin Gerekçeleri ve Kavşakları

Soğuk Savaş sonrasında Türkiye ile İsrail’in ilişkileri oldukça yoğun bir hal almış, özellikle de 1990’lı yılların sonlarına gelindiğinde, iki ülke askeri bir ittifak ilişkisine girmişlerdir. Bu sürecin zamanlaması, hem Türkiye hem de İsrail açısından oldukça anlamlıdır. Her iki ülke de bir diğerine ihtiyaç duymuş, İsrail’in Batı ülkelerindeki lobi gücü ve askeri yetenekleri ve teknoloji kapasitesi; Türkiye’nin ise hususiyetle Müslüman dünyaya açılan bir kapı olması, bölgesindeki tek Müslüman demokrasiyi temsil etmesi, söz konusu ittifak ilişkilerini kolaylaştıran faktörler olarak öne çıkmıştır. Bunlardan başka, bölgedeki ‘ortak tehditler’ de bu ilişkiyi zorlayıcı bir işlev görmüşler ve İran, Irak ve Suriye yönetimlerinin politikaları, her iki ülkeyi de bir diğerine yaklaşmaya itmiştir. Kısacası 1990’lı yıllarda iki ülke, ihtiyaç duydukları için ilişkilerini yoğunlaştırmış ve bu ilişkiyi o güne değin hiç konuşulmamış bir noktaya, askeri bir ittifak geliştirmeye vardırmışlardır.

2008-2009 yıllarında İsrail’in Gazze’ye yönelik düzenlediği Dökme Kurşun Operasyonu, tam da o esnada İsrail-Suriye görüşmelerinde arabuluculuk yapmakta olan Türkiye’de bulunan dönemin başbakanı Olmert tarafından yine dönemin başbakanı Erdoğan’a herhangi bir bilgilendirme yapmaksızın gerçekleştirilmiş ve Türkiye, sanki operasyondan haberi varmış gibi bir siyasal yorumlamaya maruz kalmıştır. Buna mukabil Türkiye tarafının tepkisi oldukça sert olmuş, ilerleyen günlerde Davos’ta düzenlenen forumda Erdoğan ve İsrail cumhurbaşkanı Peres yan yana gelmiş ve tarihe ‘One Minute Krizi’ olarak geçen monolog yaşanmıştır. Bu andan itibaren, ilişkiler karşılıklı restleşmelere açık bir hale gelmiş ve özellikle de Mavi Marmara Krizi ile gittikçe kötüleşmiştir.

Arap Baharı ve akabinde gelişen atmosferde Suriye İç Savaşı’nın derinleşmesi ve tehdidin bölgeselleşmesi, hem İsrail’i hem de (özellikle) Türkiye’yi ortak bir noktaya gelmek hususunda zorlamıştır. Fakat Mavi Marmara’da İsrail askerleri tarafından öldürülen Türkiye vatandaşlarına ödenecek tazminat konusunda anlaşmaya varılamamış olması, 2013 yılında Amerikan Başkanı Obama tarafından yapılan girişimle Netanyahu’nun Türkiye tarafından dilediği resmi özrü, akim kılmıştır. Söz konusu bölgesel atmosfer, tekrar bir işbirliğini mümkün kılsa da henüz böyle bir gelişme kamuya açık bir şekilde gerçekleşmemiştir. Bu ‘garip’ durumun da arka planında, iki ülke toplumlarının konuya yaklaşımları kısmen de olsa rol oynuyor olabilir. Ayrıca Netanyahu hükümetinin, İsrail tarihindeki ‘en aşırı sağ’ profile sahip olduğu da akılda tutulmalıdır. Buna mukabil Ak Parti hükümetinin de yaşadığı türbülanstan güçlenerek çıkması, ilişkilerin durgunluğu adına bir gerekçe olabilir.  

İsrail’in Türkiye’ye ihtiyacı var mı?

Ekim ayında İsrail’de yapılan bir çalışma, Türkiye’nin İsrailliler nezdindeki önem sırasını göstermesi açısından önemli verilere sahiptir. Bu bağlamda, yukarıdaki ara başlık sorusunun cevabı, İsrailliler için ‘hayır’dır.

Çalışmanın elde ettiği sonuçlara göre, İsrailliler (ABD hariç) A ile en çok Rusya ile olan ilişkileri önemsemekte, Müslüman ülkelerden de Mısır ! ile bu bağlamda 3. sırayı almaktadır. Bu bağlamda İsrail'de yaşayan toplam Arap nüfusun %'i, Yahudi nüfusun ise % 21'i Mısır'ı üçüncü derecede önemi haiz ülke olarak değerlendirmiştir. Ayrıca Ürdün ile önem sıralamasında 7’nciliği, Suudi Arabistan ise %5 ile 9’unculuğu elde etmişlerdir. Türkiye ise katılımcılar nezdinde, İran’ın hemen üstünde %3’lük bir pay ile 12. sırada öneme sahip çıkmıştır. İsrailli Arap nüfusun 'i, İsrailli Yahudi nüfusun ise sadece %3'ü Türkiye'yi 12. sırada önemli bir ülke olarak nitelendirmiştir. Bu durum, Türkiye’nin hâlihazırda İsrailliler için olmazsa olmaz bir öneme sahip olmadığını göstermesi açısından önemlidir.

Bu önem sıralaması sorusunun akabinde katılımcılara, Türkiye ile ilişkilerin tamir edilmesine neden ihtiyaç duydukları sorulmuş ve alınan cevaplarda, Suriye ve IŞİD bağlamında güvenlik işbirliğine duyulan ihtiyaç D ile birinci sırayı teşkil etmiştir. İsrail’den Türkiye’ye doğalgaz ihracı tarafından makul gerekçe olarak görülürken, Türkiye’nin Filistin barış görüşmelerinde katkı sunabilme potansiyeli, katılımcıların ’sı tarafından, ilişkileri tamir etmenin gerekçesi olarak görülmüştür. Ayrıca bu ’nın Q’ni İsrailli Araplar oluştururken, İsrailli Yahudilerin sadece ’i Türkiye’nin Filistin barış görüşmelerine katkı sunabileceğini makul gerekçe olarak belirtmişlerdir. Ayrıca Türkiye ile ilişkilerin tamir edilmesi için herhangi bir sebep olmadığını iddia eden katılımcıların oranı da #’ü bulmuştur. Bu #’lük oranın %’ini İsrailli Yahudiler oluşturmaktadır.

Yukarıda anılan rakamsal sonuçlar, bu çalışmayı yapan düşünce kuruluşunun Türkiye ile ilişkileri geliştirmeye dönük motivasyonuna rağmen, fazlasıyla olumsuzdur. İsrailli Yahudiler, Türkiye ile ilişkilerin olası tamiri için makul gördükleri gerekçeyi yine güvenlik sektöründe bulmuşlardır. Daha ziyade Türkiye’de var olan bir siyasal inanç da yara almış, yani İsrailli Yahudilerin Filistin barış sürecinde Türkiye’ye pek de rol öngörmedikleri ortaya çıkmıştır. Ayrıca Mısır’ın önem sıralamasında oldukça yüksek bir sırayı işgal etmesi, Filistin sorunu özelinde Türkiye-Mısır rekabetinde hem Yahudilerin hem de İsrailli Arapların nazarında Mısır’a avantaj sağlamaktadır. Türkiye’deki siyasal elitin bu çalışmanın sonuçlarını yoğun bir şekilde değerlendirmesi gerekmektedir.