Türkiye-İsrail İlişkilerinde Güncel İmkânlar

Türkiye-İsrail ilişkileri, güncel birtakım gelişmelerle yeni bir safhaya girmek üzere. Davos'taki sert monolog ve özellikle de Mavi Marmara hadisesiyle kötüleşen ilişkilerin yeni bir ivme kazanabileceğine yönelik beklentiler son günlerde oldukça arttı. İlişkilerin arka planını ve 1990'lardaki ittifakvari yakınlaşmanın gerekçelerini gözden geçirmek, güncel imkânların sınırlarını belirleyebilmek adına son derece önemli.

İlişkilerin Arka Planı
İlk olarak, İsrail'i 1949'da tanıyan ilk Müslüman devletin Türkiye olmasının da ötesinde, iki ülkenin 1950'lerin sonlarına dayanan örtük bir ilişki biçimi geliştirdiği biliniyordu. Daha ziyade istihbarat paylaşımına dayanan bu ilişki, dönemin şartlarında ifşa edilmemiş, 'Arap sokağının' tepkisinden çekinilmiştir. Bu olgu, iki ülkenin ilişkilerine damga vuracak ve süreklilik arz edecek bir niteliğe sahiptir. Hatta bu sebeple kimi İsrailli yetkililer, Türkiye'nin İsrail ile olan ilişkilerinin gizliliğinden şikâyet etmiş ve Türkiye'nin İsrail'e 'metres'i gibi davrandığını ifade etmiştir.

İki ülke arasındaki politik benzerlikler de ilişkilerin derinleşmesini mümkün kılmıştır. Her iki ülke de bölgede gerçek anlamıyla birer demokrasiyi temsil etmektedirler. Her iki ülke de Batılı bir yönelime sahip olmakla birlikte seküler bir yönetim modelini benimsemişlerdir. Ayrıca tarihsel ortaklıklar da ilişkilere kolaylaştırıcı bir etkide bulunmuştur. Osmanlı yönetimi döneminde, 1492'de İspanyol engizisyonundan kaçan Yahudilere 'kucak açılmış' ve bu eylem, başta Sefarad Yahudileri olmak üzere bütün bir Yahudi kollektif hafızasına kazınmıştır. Bugün dahi sıklıkla atıf yapılan bir olgu olan bu 'dayanışma', her iki devletin ileri gelenlerince de mütemadiyen kullanılan bir referans olagelmiştir.
İki ülkenin 1990'lardaki 'aleni yakınlaşması' ise birtakım faktörlerin bir araya gelmesi neticesinde gerçekleşti. Bölgesel düzlemde, tehdit algılarının ortaklaşması bu ilişkinin zorlayıcı koşuluydu. İran, Irak ve Suriye'nin benimsedikleri söylem ve politikalar, hem Türkiye'yi (Soğuk Savaş sona erince NATO nazarında önceliğini kaybettiğine inanıyordu) hem de (öteden beri) İsrail'i tehdit eder nitelikteydi. İttifak teorisinin de başat gereği olarak kabul edilen bu olgu, iki ülkenin ortak tehditlere ortak bir cevap üretme ihtiyacını ortaya çıkardı. Ayrıca İsrail'in Madrid Konferansı'yla birlikte Arap yönetimleri nezdinde meşruiyet kazanmaya başlaması, Türkiye açısından 'Arap sokağını' kaybetme riskini de minimize etmiş ve alenen ilişki geliştirmenin önündeki engelleri zayıflatmıştır.

1990'lar Türkiye'sinin siyasal hayatı da İsrail ile yakınlaşmanın zeminine katkıda bulundu. Ulusal düzlemde, siyasal istikrarsızlığın yoğun bir şekilde yaşandığı bu dönemde, Türkiye dış ve güvenlik siyasetini ağırlıklı olarak bürokratik (sivil-askeri) elit yönlendiriyordu. Bürokrasinin siyasal sorumluluktan azade oluşu, İsrail ile yakınlaşmayı da 'hasarsız' kıldı. İsrail ile yakınlaşarak hem ulusal düzeydeki sekülerizm tartışmalarına bir 'nokta koyuldu' hem de Batılı yönelim tescil ettirilmiş olundu. Ayrıca İsrail ordusunun performansı, hususiyetle 6 Gün Savaşı'ndan (1967) bu yana Türk ordusu tarafından yakından takip ediliyordu. Buna ek olarak; İsrail'in sahip olduğu teknolojik imkânlar, geniş istihbarat ağı ve 1990'larda Türkiye'ye silah satacak bir ülke (Batılı ülkelerle aksaklıklar yaşanıyordu) olarak belirmesi, İsrail'le yakınlaşmayı askeri açıdan gayet rasyonel bir tercih kılıyordu. 

Güncel İmkânlar
1990'lardaki konjonktüre benzer bir endam arz eden bölgesel gelişmeler, iki ülkeyi bir diğerine yakınlaşmaya itiyor. Suriye İç Savaşı'nın gelişimi hem İsrail'i hem de (özellikle) Türkiye'yi oldukça yoğun bir şekilde etkilemiş, bu yakınlaşmayı çok daha önceleri konuşulur kılmıştı. Hatta bu sebeple ABD Başkanı Obama, inisiyatif alarak, bölgedeki iki müttefikinin ilişkilerini düzeltebilmek adına, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu'ya baskı yapmış ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın şahsında Türkiye tarafına Mavi Marmara baskını sebebiyle resmi bir özrün dile getirilmesine vesile olmuştur. Fakat bu özür tek başına bir anlam ifade etmediğinden ve ayrıca Türkiye'nin 'Arap sokağını' kaybetme riskini maliyetli bulmasından ötürü, o günün şartlarında aleni bir yakınlaşma gerçekleşmemiştir.

Bölgesel düzeyde, an itibarıyla gelinen noktada İran, P5+1 ile yürütülen müzakereler ve imzalanan anlaşma neticesinde uluslararası kabul almış 'nükleer bir bölgesel hegemon adayı' olarak, bölgedeki eylemlerini yoğunlaştırmış, Şiilik söylemi üzerinden işlevselleştirdiği ulusal çıkar politikalarını Suriye'de, Irak'ta ve Yemen'de sıcak çatışmalara vardırmıştır. Suriye'de Esad rejiminin hayatta kalma çabaları, çok sayıda silahlı grubun rejimle ve birbiriyle çatışma halinde olması, bölgede bir kutuplaşmayı beraberinde getirmiş ve Suriye üzerindeki mücadele artık bölgesel olmakla beraber küresel bir rekabet halini almıştır. Hem İran'ın 'meşruiyet' kazanarak politikalarını yoğunlaştırması hem de Suriye üzerindeki rekabet, bölgesel anlamda çift kutuplu bir yapıyı görünür kılmış, Suudi Arabistan'ın başını çektiği bir grup ülke İran'dan kaynaklanan revizyonist söylemi ve politikaları kendilerine tehdit olarak algılamış ve bu minvalde tedbirler alma cihetine gitmişlerdir. Ayrıca Daeş, hem Suriye'de hem de Irak'taki varlığıyla jeopolitik bir kırılmaya sebep olmuş, her iki ülkede düzenlenen uluslararası operasyonları meşrulaştırıcı bir işlev yüklenmiş ve bütün bunların sonucunda güncel bölgesel fayın da merkezi unsuru olmuştur.  

Türkiye ve İsrail, yukarıda anılan konjonktürde, yine 1990'lardaki gibi benzer tehdit algılarına sahiptir. Hatta bu tehdit algıları; Türkiye'yi alenen, İsrail'i ise örtük olarak Suudi bloğuna yakınlaştırmış ve dolayısıyla bu aşamada iki ülke dolaylı bir 'ittifaka' dâhil olmuşlardır. Genel hatlarıyla ifade edilmesi gerekirse, İran'ın 'vekilleri' ve nükleer geleceğindeki belirsizlikler İsrail'i, bölgede izlediği mezhepçi ve revizyonist politikalar da Türkiye'yi tehdit etmektedir.

Bir diğer konjonktürel gelişme ise Türkiye'nin Rusya ile yaşadığı gerilimdir. Rusya'nın Suriye'de Daeş'e yönelik olduğunu iddia ettiği askeri operasyonlarının kapsamında bölgede faaliyet gösteren Rus savaş uçaklarının Türkiye hava sahasını sıklıkla ihlal etmesi, Türk tarafını rahatsız etmiş ve bu durum Rus yetkililere iletilmişti. Lakin bu ihlaller ısrarlı biçimde devam edince, Türk hava sahasını ihlal eden bir Rus jeti düşürülmüş ve iki ülke ilişkileri gerilimin tırmandığı bir hale bürünmüştür. Rus tarafının aşırı agresif tavırları neticesinde iki ülkenin ticaret kalemleri de gözden geçirilmeye başlanmıştır. Rusya'ya özellikle doğalgaz alımında ciddi oranlarda bağımlı olan Türkiye, olası kesintilere karşı oldukça savunmasız bir halde olduğundan, kaynaklarını çeşitlendirme yoluna başvurmuş ve ilk elden Azerbaycan ve Katar'la görüşmeler gerçekleştirilmiştir. Bu minvalde İsrail, Doğu Akdeniz'de keşfedilen doğalgaz yatakları vasfıyla Türkiye'nin enerji ihtiyacına cevap verebileceğini ima eden açıklamalarda bulunmuştur. Türkiye üzerinden Avrupa'ya yönelen boru hatları, İsrail doğalgazının pazarlanmasında optimum güzergah olarak telakki edilmektedir. Türkiye'nin enerji tedarikçilerini çoğaltma ihtiyacıyla İsrail'in doğalgazını pazarlamak için kullanabileceği optimum güzergah örtüşmekte ve iki ülkenin ilişkilerini restore edebilmesi adına fırsat sunmaktadır.

Ulusal düzeyde ise 1990'lardaki Türk siyasal atmosferinden neredeyse eser yoktur. O döneme kıyasla ordu, 27 Nisan e-muhtırası ve akabinde gelişen 'darbe davaları' neticesinde toplum nazarında oldukça prestij kaybetmiş ve sivil siyasetin tercihlerine tabi bir konuma gerilemiştir. Ayrıca Ak Parti iktidarı, 2002 Kasım'ından bu yana (7 Haziran-1 Kasım 2015 arası dönem hariç) kesintisiz bir şekilde tek parti hükümeti kurabilmiş ve 1990'lara nazaran siyaseten istikrarlı bir görünüm sergilemiştir. Hâlihazırda Türkiye siyasetinde istikrarsızlığın olmaması ve dolayısıyla siyaset dışı aktörlerin devreye girmesine zemin bulunmaması, restore edilebilecek Türkiye-İsrail ilişkilerinin potansiyelini sivil siyasetin arzu ve kaygılarıyla sınırlandırmaktadır. Bu minvalde özellikle Filistin Sorunu bağlamındaki gelişmeler, Türkiye kamuoyunun hemen her kesimini yakından ilgilendirdiğinden, iki ülke ilişkilerinin bundan böyle öncü belirleyicisi olabilir. İsrail'in bölgede atacağı adımlar, Türkiye siyasetinin (olumlu/olumsuz) ivedi cevaplar üretmesine ortam hazırlayacaktır. Bu açıdan dikkat edilmesi gereken husus, hem ortak tehditler hem de fırsatların şekillendirdiği bu taze atmosferde özellikle İsrail'in şiddet yanlısı politikalardan uzak durması gereği ortaya çıkmaktadır. Aksi halde olası bir restorasyona rağmen iki ülke ilişkilerinde yeni kırılmalar ve dolayısıyla istikrarsızlıklar meydana gelebilir.