Değişime Öncülük Etme: Arap Baharı ve Türkiye

Veysel Ayhan, ORSAM Ortadoğu Danışmanı, Abant İzzet Baysal Üni.
Tunuslu Abu Azizi’nin kendi bedeniyle yaktığı Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki tarihi ve stratejik değişim ateşi, yüzyıl önce bölge halklarına rağmen kurulan tüm siyasi, idari, coğrafik ve ekonomik düzenlerin yerinden edildiği bir süreci başlatmıştır. Bugün yaşadığımız çatışma ve istikrarsızlıklar başta Arap coğrafyası genelde de küresel düzeyde yeni bir dünyanın kurulmaya başlandığının ayak seslerinden başka bir şey değildir. Ancak, Arap dünyasında kurulacak olan yeni dünyanın Türkiye’nin de içinde yer aldığı tüm bölgesel ve küresel aktörleri yeni bir pozisyon ve siyaset üretmeye zorladığını görmek gerekir. Ya tarihin akışında değişim rüzgarının yanında olmak ya da statükocu güçlerle değişime karşı olmak ve kaybetmek. Abu Azizi’nin ardından yeni bir dünya kurulmaya başlanırken, doğru yerde durmak hem tarihi hem siyasi hem de insani bir sorumluluk olacaktır.    Arap Baharı, Değişim ve Türkiye    Öncelikli olarak Türkiye’nin tarihi, coğrafik, kültürel ve toplumsal düzeyde Arap coğrafyasında yaşanan değişime öncülük edebilecek tüm unsurları içinde barındırdığı tespitiyle başlamak yerinde olacaktır. Tarihi olarak bakıldığında 1918’e kadar Türkiye ile Arap coğrafyasının ortak bir kaderi paylaştığını belirtmek gerekir. I. Dünya Savaşı sonrası Türkiye kendi ulus devletini kurmaya yönelirken, Araplar da büyük devletlerin işgalleri altında ayrı devletlere bölünmüştür.    Coğrafik olarak Anadolu toprakları ile Arap yarımadası ve Kuzey Afrika toplumları arasında her zaman bir geçirgenlik bulunmaktaydı. İlk tarihi barış anlaşmasının Hititlerle Mısırlılar arasında yapıldığından günümüze geçen süre içinde Anadolu toprakları ile Arap Orta Doğusu ve Kuzey Afrika’sı arasında her zaman bir ilişki boyutu olmuştur. Makedonyalı İskender’i “Büyük İskender” yapan onun Babil’e hükümdar olması iken, Bizans da İstanbul’u başkent seçerken Doğu Bizans olmayı değil Anadolu ve Arap coğrafyasının yeni hükümdarı olmak için bunu yapmıştı. Aynı şekilde Fatih’i Fatih Sultan Mehmet yapan da onun genç yaşta hükümdar olması değil, İmparatorluklara ev sahipliği yapmış olan İstanbul’u almasıydı. Dünya tarihine I. Cihan Harbi’ne kadar geçen süre içinde yön verenler, diğer bir deyişle tarihe yön veren coğrafyanın Anadolu toprakları çıkışlı olduğunu görmek gerekir. Tarih inşa eden topraklar, I. Dünya Savaşı’nın ardından dönemin işgalci güçleri tarafından kontrol altına alınmış olduklarından söz konusu misyonlarını yitirmiştir. Ancak, Tunus’la birlikte bir çözülme ve yeniden inşa süreci başlamış ve bu topraklar bir kez daha asli görevini ve sorumluluğunu yüklenmekle karşı karşıyadır.     Kültürel düzeyde Anadolu medeniyet havzasının taşıdığı birikim Orta Doğu’dan Fas’a kadar, Bakü’den Çin’e kadar ve Edirne’den Bosna Hersek’e kadar oldukça geniş bir coğrafyaya yayılmaktadır. Etnik, dinsel, mezhepsel veya ideolojik olarak Bosna’dan Tebriz’e, Erbil’den Sana’a’ya, Kahire’den Rabat’a ve Bişkek’e kadar uzanan kültür havzasında yer alan tüm unsurların Anadolu’nun kültür havzasında bir yeri olduğu bilinmektedir.    Toplumsal düzeyde de bakıldığında Anadolu topraklarının üzerinde yaşamış ve yaşamakta olan tüm toplumsal yapıların bir karşılığının Tunus’ta, Yemen’de, Bahreyn’de, Suriye’de ve diğer ülkelerde görmek mümkündür. Kültürel düzeyde bakıldığında Anadolu’nun bir yüzüyle Balkanları ve Rumeli’yi, diğer yüzleri ile Orta Doğu, Kuzey Afrika, Kafkasya ve Orta Asya’yı yansıttığını görülmektedir. Bundan dolayı Anadolu coğrafyası birçok kültürün kesiştiği bir medeniyetin havzası olarak kabul görür.    Günümüzde Arap Baharı olarak ifade edilen olgu, bir bölgenin yeniden kendi değerleri ile barışması ve tarihi sorumluluğunu ve misyonunu üstlenmesidir. Şimdi bu noktada sorulması gerekilen en temel soru, Anadolu veya Türkiye’nin Arap coğrafyasında yaşanan değişime öncülük edebilecek kapasiteye sahip olup olmadığı değildir. Çünkü Türkiye tarihsel, toplumsal, kültürel ve siyasal olarak değişime öncülük edebilecek tüm unsurları kendi içinde barındırmaktadır.    Ancak en önemli konu Türkiye’nin değişime öncülük edebilecek liderliğe hazır olup olmadığıdır. Liderliğe hazır olmak demek yalnızca söylem düzeyinde değil aynı zamanda uygulama düzeyinde de kendi içinde değişime öncülük edebilecek hukuki, siyasi ve değersel değişimi yapmış olması veya yapacak iradeyi ortaya koymuş olması demektir.    Daha açık bir deyişle Türkiye eğer ulusal düzeyde kendi Alevi’siyle, Kürt’üyle, Şii’siyle, Hıristiyan’ıyla barışık değilse, değişime ve dönüşüme öncülük etme arzusu ve isteğinin gerçekleşme olasılığı düşüktür. Öncelikli olarak Arap Baharı’ndaki değişimin siyasal olanın halkın değerleri ile barışması olduğunu görmek gerekir. Bundan dolayı değişime öncülük edecek olan güçlerin de öncelikli olarak kendi halkını oluşturan tüm unsurların değerleri ile barışık olması gerekir.  Bundan dolayı yeni Anayasa’nın Türkiye’deki tüm mezhepsel, etnik, ideolojik ve toplumsal gerginlik ve çatışmaları sonlandıracak düzeyde yazılması ve acilen de hayata geçirilmesi gerekir.    Kendi halkının değerleriyle barışık bir Türkiye’nin tarihi değişim sürecindeki en temel kazanımları ekonomik, siyasal ve küresel düzeyde hiç beklenmediğinden daha büyük olacaktır. Ekonomik olarak Türkiye Orta Doğu, Kuzey Afrika, Balkanlar ve Kafkasya’daki en önemli aktör olacaktır. Türkiye çıkışlı üretim malları büyük bir ekonomik havza içinde serbest dolaşım hakkı elde edecektir. Rekabet unsurları açısından da bakıldığında yakın çevrede Türkiye’deki sanayi üretimiyle rekabet edebilecek kapasitede ülkelerin olmadığını görmek gerekir. Gaziantep’in dışında Kars, Van, Adana, Hatay, Diyarbakır, Adapazarı, Edirne gibi birçok ilimiz bölgesel düzeydeki ekonomilerin yönlendirildiği merkezler haline gelecektir. Kişi başına düşen milli gelir ve gelişmişlik seviyemiz oldukça kısa süre bir içinde Fransa ve Almanya gibi ülkeleri geçebilir. Dolayısıyla değişime öncülük etmenin en belirgin yansıması ekonomik gelişmişlik seviyemiz düzeyinde olacaktır. Türkiye, küresel güçler arasında yer alacak bir ekonomik seviyeye çıkacaktır.    İkinci yansıması siyasal düzeyde olacaktır. Bölgesel siyaseti yönlendiren bir Türkiye’nin kaçınılmaz olarak küresel siyaseti de etkileyeceği açıktır. Bugün Bosna’da, Irak’ta, Libya’da, Suriye’de siyaset yapan ulusal ve bölgesel güçler nasıl ki Türkiye’nin tavrını ve pozisyonunu önemsiyorsa yarın Cezayir’de ve Fas’ta yaşanacak olası değişimlerde de Türkiye’nin tavrını dikkate almak zorunda kalacaklardır. Arap Baharı ile dünyada birlikte yeni bir çağ başlarken Türkiye kendisini küresel aktör düzeyine taşıyacak bir pozisyon ve fırsat elde etmiştir.    Toplumsal düzeyde de Türkiye toplumu Orta Asya’dan Kuzey Afrika’ya kadar her kesimle tarihi sorumluğu içinde yeni bir ilişki kurmak üzeredir. Kayserili bir birey, kendisini Cezayirliyle, Azerbaycanlıyla ve Yemenliyle aynı hissiyatı ve kaderi paylaştığını hissetmeye başlayacaktır. Olaylara küresel sorumluluk düzeyinde bakan bir toplumsal duruş oluşmaya başlayacaktır. İşte tüm bunları gerçekleştirmek ve değişime öncülük edebilmek için zaman kaybetmeksizin kendi iç sorunlarımızı çözmemiz gerekmektedir. Bunu gerçekleştiremeyen iradenin tarih ve toplum önündeki sorumluluğu oldukça büyük olacaktır.