Netanyahu’nun Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndaki Konuşmasının Arkaplanı

Geçtiğimiz günlerde gerçekleştirilen Birleşmiş Milletler oturumu, dünya liderlerinin genel değerlendirmelerini sunması açısından, oldukça faydalı ve zengin bir içeriğe sahipti. Bu bağlamda kürsüye çıkan Benjamin Netanyahu da İsrail merkezli bir değerlendirmede bulunmuş ve kendi ülkesinin dış politika gündemini bu konuşma çerçevesinde bir kez daha gözler önüne sermiştir. İsrail başbakanı olarak yapılan bu konuşmanın içeriği, İsrail’in güncel gündemini yansıtması açısından oldukça mühimdir.
 
Netanyahu, konuşmasının (yine) önemli bir bölümünü “İran tehdidine” ayırmış, konuşması süresince defaten yaptığı uyarılarla uluslararası toplumu İran konusunda “yanlış bir adım” atmamaya, atılan “yanlış adımlardan” da geri dönmeye çağırmıştır. Bu çağrıların yoğunlaşmasının başlıca nedeni ise bilindiği üzere İran ile BMGK Daimi Üyeleri ve Almanya (P5+1) arasında anlaşmaya varılarak İran’ın nükleer faaliyetlerine hukuki bir statü kazandırılmasıdır. Netanyahu bu anlaşmanın “doğru bir anlaşma” olmadığını, İran’ın “tehlikeli” faaliyetlerini engelleyebilecek yeteneklerden uzak olduğunu tekraren belirtmiştir. Ayrıca anlaşmanın çerçevesinin belirlendiği Lozan’daki toplantıdan bu yana da İran’ın bölgedeki faaliyetlerinden bahsetmiş ve aslında bu anlaşmayla birlikte İran’ın elinin daha da güçlendirildiğini, bölgedeki etkinliğinin arttırıldığını ve Hizbullah gibi “vekillerinin” üzerinden faaliyetlerini sıklaştırdığını vurgulamıştır.
 
Netanyahu’nun “İran tehdidi” söylemini BM oturumlarında sıkça işlemesinin altında birkaç ana neden yatmaktadır. Bunlardan ilki, ulusal düzeyde İsrail toplumunun atomize yapısı ve bu yapıyı bir arada tutma ihtiyacıdır. Varsayımsal dahi olsa bir dış tehdit, söz konusu atomize yapıyı bütüncül kılabilir ve ortak bir anlayışa zemin hazırlayabilir. Bir diğer neden ise bölgesel düzeyde İsrail’in zımni meşruiyetini perçinleme çabasıyla alakalıdır. Burada da zaten üstü kapalı bir biçimde kabul gören İsrail varlığı, bölgesel yalnızlığını da “ortak bir tehdit” üzerinden minimize ederek, bölgedeki Arap ülkeleriyle örtük/aleni işbirliklerine girişebilecek ortama sahip olmaktadır. Uluslararası düzeyde ise BM’de yaptığı çoğu konuşmasında olduğu gibi Netanyahu, “İran tehdidi” söylemi üzerinden biz-öteki ayrımını içselleştirmekle birlikte, “Batılı medeniyet odaklarını” da biz’in sınırları içerisinde, belirli bir hizada tutmanın aracı olarak görmektedir.
 
Netanyahu’nun BM’ye getirdiği eleştiriler de dikkat çekici bir nitelik taşımaktadır. Konuşmasının bazı bölümlerinde BM’de alınan kararların İsrail’e yönelik “obsesif bir hal” aldığı ve “adaletsiz davranıldığını” vurgulamış ve bu durumu da örneğini rakamlarla verdiği Suriye-İsrail kıyaslaması üzerinden açıklamıştır. Netanyahu’nun verdiği rakamlarla, Suriye’de “yüzbinlerce insanın katlinden sorumlu bir rejime” yönelik geçen yıl içerisinde çıkarılan karar sadece bir (1) tanedir. Aynı dönem içerisinde İsrail aleyhinde alınan karar sayısı ise 20’dir. Netanyahu özellikle bu kıyası dile getirerek, BM’de İsrail’e “ayrım yapıldığını” bir kez daha vurgulamak istemiştir. Bu argüman da anti-semitik yaklaşımların hala diri olduğunu doğrulayabilmek adına kullanılagelmektedir. Netanyahu böylece temsil ettiği ulusun, küresel çapta, devamlı bir tehdit altında yaşadığını da tekrarlamış olmaktadır.
 
Bir diğer konu başlığı olarak da Filistin barış sürecine dair açıklamalarda bulunan Netanyahu, kendisinin barış görüşmelerine başlamaya hazır olduğunu ve fakat muhatabının benzer bir yaklaşım içerisinde olmadığını belirtmiştir. Kendisinden önce kurula hitap eden Mahmud Abbas’a cevaben yaptığı konuşmada Netanyahu, İsrail’e yönelik “yalanlar üretildiğini”, Mescid-i Aksa’da yaşanan gerginliklerin sebebinin İsrail olmadığını, aksine İsrail’in toprakları üzerinde yaşayan bütün semavi dinlere saygılı olduğunu, bu bağlamda da Ortadoğu’daki “tek gerçek” demokrasiyi temsil ettiklerini dile getirmiştir. Son günlerde Batı Şeria ve Gazze’de yükselen tansiyondan da kendilerinin sorumlu olmadığını dile getiren Netanyahu, yine Abbas yönetimini ve militan İslami grupları hedef göstermiştir. Abbas’ın tırmanan gerilim karşısında defaten yaptığı sağduyu çağrılarını ise es geçmiştir. Ayrıca Mescid-i Aksa’ya yönelik İsrail’de kurulan kimi Yahudi oluşumları bölgede yerleşik statükonun değiştirilmesine yönelik devamlı surette lobi faaliyetleri yürütmektedirler. Yine aynı oluşumlar Mescid-i Aksa’da sıklıkla provokasyon girişimlerinde bulunmakta olup, bu duruma İsrail devletinin net bir tavır aldığını söylemek de oldukça güçtür. Netanyahu’nun da konuşmasında belirttiği üzere, Mescid-i Aksa’daki statükonun korunmasına yönelik İsrail devletinin daha net bir tavır takınması gerekliliği ise ortadadır.